- İstanbul'u bilir misin Zana?

- Evet abi. Üç yıl çalıştım İstanbul'da.

- Kadiköy'de 'Sohbet Çay Evi' var. Hemen heykelin alt tarafında. Bilir misin?

- Yok abi. Ben inşaatlarda çalışıyordum. Gezmeye zamanım olmadı hiç. 

- Genç inansın, hiç mi dolaşmadın, hiç mi merak etmedin İstanbul'u?

- Taksim'i bilirim biraz abi.

- Herkes Taksim'i bilir zaten. 

- Gezmek için değil abi. 

- Ne için peki?

- Çalıştığım şantiyede bir kız vardı. Taksim'de oturuyordu. 

- Ooo gönül işleri ha? Ne güzel. 

- Yok be abi. Kendi kendime gelin güvey olduğum bir şeydi. 

- Anlatsana biraz. 

- Şimdi bu kız şantiyede muhasebe işlerine bakıyordu. Ben de yeni gitmişim İstanbul'a. Ne iş verirlerse yapıyorum. Bir akşam paydos vakti şantiyeden çıktım, sigaram bitmiş. Köşedeki bakkala yürüyorum. Baktım o kız da işten çıkmış yürüyor hızlı hızlı. Çok güzeldi abi. Saçları simsiyah, gözleri de... Bir giydiğini bir daha giymiyor, her şeyi kendine yakıştırıyordu. Bir ara gidip konuşsam mı dedim. Adımlarımı hızlandırdım, iyice yaklaştım. Arkasını döndü, baktı bana. Gözleri çok güzeldi ama kızgın bakıyordu. Karşı kaldırıma geçtim ve bakkala yürüdüm. Sigara alıp şantiyeye döndüm. O gece neredeyse hiç uyumadım. Bir sürü hayal kurdum. 

- Ee sonra?

- Sonra her iş çıkışı onunla aynı otobüse binerek indiği durakta indim. Çaktırmamaya çalışarak tabii. Taksim meydana iki durak kala indi. Ben de indim. Tarlabaşı'na doğru yürüdü. Ben de takip ettim. Yıkılmamak için titreyerek ayakta durmaya çalışan binaların arasından yürüdük. O önde, ben arkada. Sonra bir ara köşeyi döndü. Peşinden ben de döndüm ama kaybettim. Üç tane iri yarı genç önümü kesti. "Hayırdır oğlum sen ne ayaksın?" diye sordular. Ben sadece, "Hiç." diyebildim. Adamlar beni bir güzel dövdüler. Meğer içlerinden biri kızın abisiymiş. 

- Ah be Zana, güleceğim vallahi. 

- Gül abi gül. Aklıma geldikçe halen gülüyorum ben. 

- Ee sonra?

- Sonra abi bakkaldan yaşlı bir adam çıktı, aldı beni ellerinden. Kanayan burnumu tutarak koşa koşa uzaklaştım ordan. Gittim uyudum şantiyede kimseye görünmeden. Sabah uyandım, iş başı yapacam. Çıktım konteynırdan yürüyorum. Karşı karşıya geldik Zühre'yle.O bana baktı, ben ona baktım. Birkaç adım attı bana doğru ve dedi ki, "Boş yere düşme peşime. Ben evliyim."

- Ne talihsizlik.

- Valla talihsizlik mi, aptallık mı, aşk mı bilmiyorum abi. Ben her akşam o otobüse bindim ve indiği yerde indim. 

- Ee sonra ne oldu?

- Sonra abi birgün yine uyandım yatakhane olarak kullandığımız konteynırdan çıktım, giriş kapısında gözüm. Gelmedi o gün. Ertesi gün de gelmedi. Hiç gelmedi. 

- Ne oldu ki? İşten mi ayrılmış?

- Yok abi. Öğlen yemeği arasında gittim çalıştığı konteynıra. "Zühre Hanım burada mı?" diye sordum çay dağıtan kadına. Bana baktı. Hiçbir şey demeden önüne döndü ve çay dağıtmaya davam etti. Çıktım oradan, işe döndüm. İş çıkışı kapıda bekledim ama yine yoktu. Akşam haberlerini izliyorduk arkadaşlarla. "Sayın seyirciler, bugün Beyoğlu Tarlabaşı'nda korkunç bir cinayet işlendi. İşsiz koca E.A, karısı Zühre ALTIN'ı on altı yerinden bıçaklayarak öldürdü."

- Ah be Zana. 

- Haberdeki o "On altı yerinden bıçaklayarak öldürdü." cümlesi saatlerce yankılandı kafamda. Bir hafta sonra topladım pılımı pırtımı köye döndüm. Annemin dayısının kızıyla evlendirdiler beni. Sonra köy korucusu oldum. Sonrasını biliyorsun abi. Hocam demiyorum kusura bakma. 


- Hocayı boş ver. Abinim ben senin. Bu muydu tek aşk hikayen?

- Evet abi. Buydu...

- Çok üzücü. 

- Ne yapalım hocam. Kaderde ne varsa o.

- Kader öyle mi?

- Öyle abi...