"Ölüm, bilincin cisimleşmiş halidir. Bilinç ölüme tanıklık ettiği anda kendi sınırlarının farkına varır. İşte o sınır da tek gerçekliktir... Bir başka deyişle, gerçeklik 'cisimleşme' halidir." (Zerzevat Lakırtılar - 1)


İşte bu noktada, bir yan yola sapıyoruz ki yan yollar ana yolu besleyen damarlardır.


Yolda soracağımız doğru soru şu: Varlığımın benlikle anlamlı hale geldiği "cisimleşme"de, ben olmaktan hoşnutsuz olamaz mıyım?


Olurum.


Bu durumda bazı şeyleri akla getirmek icap eder:

”Hiçlik ve teslimiyet.”


Farkında olun ya da olmayın, hiçliğe giden yolda sayıklarcasına dile getirdiğimiz "Neden?" sorusunun altında yatan "şey", derin bir memnuniyetsizlik halidir. Kendi bedenin de dahil olmak üzere, duyu organlarınla algılayabildiğin herhangi bir şeyi sevebilirsin. Ama varoluşun kendisini sevmek? Bu, algılarınla büyüttüğün bilincini temelden sarsar. Sarsılma hali genelde, ailenin veya toplumun sana tembihlediği ölçüde bastırılır ya da alevlenir. Gelenek, töre, dini dogmalar vs. vs. Bunlarla boğuşur durursun.


Bilinçaltı, üstü, sağı solu -artık her ne zıkkımsa- hoşnutsuzluk halini ekseriyetle varlığını daha yüce saydığı bir şahsiyete, ideolojiye, öğretiye ve nihayet Tanrı'ya "armağan" ederek gidermeye çalışır.


Velhasılıkelam birey, kendi biçareliğini unutturacak bir olgu, cisim, kavram veyahut varlık peşinde dilenip durur.


Bunun üzerine düşünmeye değer.


Armağan etme hali -yani teslimiyet-, ölümle tetiklenen cisimleşme halinin yarattığı sarsıntıyla başa çıkmanın en bilinen yoludur.


Bilincin kendini feda etmesinin getirdiği sonuçlar şaşılacak ölçüde çarpıcıdır.


Tersten bir anlatımla, teokratik yapılardan, ulus devletlere, sınıfsal diktatörlüklerden faşizan yönetimlere ve dahi monarşilere kadar pek çok rejim, bireye kendini öyle ya da böyle bir otoriteye teslim olması için dayatır.


Çeşitli şartlarda bireyler teslimiyette o kadar gönüllü olurlar ki şaşırmamak mümkün değildir. Nazi Almanya'sı buna belirgin bir örnek teşkil eder. Kitlelerin nasıl olup da böylesine bir hezeyana kapıldığı pek çok araştırmanın konusudur.


Bunun için ille de kötü örnek vermeye gerek yok. Toplumsal Sözleşme adı altında "aydınlanmacı" Jean-Jacques Rousseau'nun dile getirdiği çözümlemeler de bireylerin değişik bir kisve altında kendi özgürlüklerinden öyle ya da böyle nasıl fedakarlık yaptığını tarif eder.


Tabii ulus devletlerin, burjuvazinin sürüklediği demokrasinin harcını karan bu düşüncelerin temeli, her ne kadar bireyi kollar gibi görünse de hukuk düzeni adı altında, sermaye/kapital hakimiyeti ve sömürgeciliğin bizleri sürüklediği iki koca dünya savaşı pek görkemli bir yıkım olmuştur.


Her şeyin metalaştırılarak piyasaya sürüldüğü bir dönemde, savaş sonrası sendromuna bağlı olarak, hak, adalet, özgürlük ve refah arayışı, envai çeşit sistemin insanı tekrar ve tekrar sömürmesi gerçeğiyle kitleleri her seferinde dibe itmiştir.


Eğer benzer konularda çeşitli okumalar yapıyorsanız, beşeri tarihin hemen hemen her döneminde aynı fasit döngüye saplanırsınız.


Bu fasit döngüler içerisinde, kendi kahramanlarımızı yaratmakta pek mahir olduğumuz ortadadır. Böylelikle, rahatsızlık duyduğumuz varoluşumuzu özenli bir şekilde kahramanların kişiliğinde eritiriz.


Ailede, anne ve baba figürleri, okulda öğretmen, camide imam, iş hayatında örnek yöneticiler, başarı hikâyelerinin kahramanları (Steve Jobs vs.) ya da birer ikon haline gelmiş tarihsel şahsiyetler; Marks, Lincoln, Atatürk, Che, Malcolm X, Mandela vb.


Bu kahramanlar listesi uzar gider.


Popüler kültürde durum farklı mıdır? Herkesin bir Superman'i yok mudur? Süper kahramanlar külliyatı ve kaçış edebiyatının geniş hayal dünyası, insanın zavallılığıyla ters orantılıdır.


Tuttuğunuz takım mesela. Sizin için ne ifade eder? Neden sevdiğiniz futbolcu gol atınca delirir, maçı kaybedince kahrolursunuz?


Neden bir film izlerken başroldeki kişiyle özdeşlik kurup heyecanlanırsınız?


Varlık eritme mekanizması sadece kahramanlarımıza sarılmak değildir elbet.


Tüm dini ibadetlerde, törensel ayinlerde, ruhaniyete dayalı bir teslimiyet yok mudur?

İntihar eylemleri bunun zirvesi olsa gerek. Sadece dini değil, bir ideoloji saikiyle kendini yok etme eylemindeki motivasyon, insanın idrak sınırlarını zorlar.


Evet, insan kendinden vazgeçip yok olmaya hazır bir hale gelebilir. Bunu da ancak ve ancak, imha olmaya kararlı bilinç gerçekleştirebilir. Çünkü derin bir hoşnutsuzluk içerisindedir.


Herhangi bir kahramana öykünen bilinç, hoşnutsuzdur. Ağır yük altında sorunlarını çözememiş birey her şeye muktedir bir Superman olmak ister ya da asi bir tavırla Che'vari gerçeklikten beslenen figürlere öykünür.


Asırlardır anlatılan, İsa peygamber ve Sokrates’in insanlığın günahları adına infaz edilmeleri de en yalın teslimiyetin mükemmel ifadeleri olarak külliyatlarda yerini alır. İnfazlar, kendini feda etmenin peygamberler seviyesindeki anlatımıdır. (Malumunuz, Sokrates kimine göre bir peygamberdir.)


Birey kendini kitlelere armağan ederken tek tipleşir. Herkesin yüzü Vendetta maskeleriyle aynılaşır.


Bireyin kalabalıklar içerisinde eritilerek tek bir sınıf haline getirilmesi gibi dahiyane(!) komünal mühendislikleri ele alsak bilincin en acayip dehlizlerinde kayboluruz.


"Vatan" idealine teslim olmuş her bir asker, tek tip kıyafetle ölüm mangasına dönüşür ve özünü siler atar.


Tasavvuf müridi, kendini şeyhine adar, hiçliğe teslimiyetle Tanrı'ya kavuşma peşinde koşturur.


İçerik ve yöntem farklı olsa da esas itibarıyla Nirvana'ya ulaşmak da cismi terk etmenin bir başka yoludur.


Bilim diyorum, bilim dahi, bizleri evrenin başlangıcına, büyük patlama öncesindeki hiçliğe götürür. Hoş, fizikçiler ilmen hiçlik diye bir şey yoktur derler ve büyük patlama öncesini öyle adlandırmazlar ama "hiçlik" ifadesi oraya yakışıyor, yapacak bir şey yok. Ya atom altı parçacıkları? Bir inceleyin bakalım, hiçliğe doğru kafanız nasıl da rendelenir.


Genelde bilincin elinde kalan tek şey, korkunç bir yetersizlik hissiyatıdır.


Sonucu olmayan bu yazıda lafı uzatmamak adına şöyle diyesimiz var:


Hattı zatında, çok fazla seçenek yoktur. İnsan ya kendini “hiçleyip” bir şeylere teslim olacak ya da hayatına son vererek cismen yok olacaktır. (Burada intihar meselesini tartışmanın yürek istediğini belirtmem gerek. Yani, ben almayayım.)


Üçüncü yol yok mu?

Var aslında.

“Olur böyle şeyler” diyen Albert Camus üstadımız gibi gerçekliğe bir anlam yüklemeden sakince cisimleşme halinin keyfini çıkarabiliriz.


Üçüncü yoldan gidenlere rastlamak için bazı işaretleri takip etmek yeterli olacaktır. Mesela büyük usta Can Yücel...


William Shakespeare'in malum eseri Hamlet'teki meşhur "To be or not to be, that is the question" repliği dilimize Can Yücel tarafından da çevrilmiş.

Nasıl mı?


"Bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin."


Büyük ustanın yukarıdaki çeviri yöntemine bakarak "işte cisimleşme halinin keyfini çıkaran bir bilge" diyebiliriz mesela. Yani bu bizce yeterli bir işaret, hayatı ve eserlerine bakmaya dahi gerek yok.


Olamaz mı?


Yeter...


Lakırtının bitiminde, Eric Hoffer'ın "Kesin İnançlılar"da yazdıklarına göz atmak en münasip olanıdır. Zira, Hoffer'in söyleminde yukarıda karaladıklarımızın arasına serpiştirilebilecek cümleler mevcuttur:


“İnsanoğlu büyük adam olmak için hevesle doludur, fakat bir gün anlar ki sadece küçük bir adamdır, mutlu olmak için hevesle doludur fakat bir gün anlar ki sadece mutsuzdur, mükemmel olmak için büyük hevesler taşır fakat bir gün anlar ki sadece kusurlarla doludur, insanlar tarafından sevilen ve sayılan bir kimse olmak için devamlı ümitler taşır fakat bir gün anlar ki kusurlarından dolayı sadece insanların hoşgörüsüne muhtaçtır...”


Değil mi ya!