Bugüne kadarki pek çok BuBi' Sanat içeriğimde genelde sizin karşınıza okuma rehberleriyle çıktım fakat bu seferki bir "okumama rehberi" olacak. Çünkü kendisinin popülerliğini hak eden onlarca değerli Türk yazarımız varken neden bu kadar popüler olduğunu bir türlü anlayamadığım bir yazarın kitaplarından bahsedeceğim. Onun adı: Zülfü Livaneli


Öncelikle karakter karalama safsatası olan "ad hominem"e düşmemek için tamamen kitaplar bazında bir içerik/eleştiri olacağından bahsetmem gerek. Bu içerikte sadece Son Ada, Huzursuzluk, Edebiyat Mutluluktur ve Kardeşimin Hikayesi ekseninde bir okumama rehberi hazırlamış olacağım.


Altta yazdığım şeyleri okumaya üşenirseniz isterseniz hepsini bir video olarak da izleme seçeneğiniz mevcut: https://youtu.be/dR12B0gIkhg


Son Ada kitabıyla başlayalım.


Sosyolog Foucault'nun görüşlerine göre bir distopyanın distopya olarak sayılabilmesi için gerekli birkaç koşul vardır. Foucault'nun görüşüne göre pastoral iktidar öncülü sağlanmadan bir distopyanın varlığından da söz edemeyiz. Peki nedir bu pastoral iktidar? Basitçe anlatacak olursam, çoban-sürü ilişkisi. Yani 1984, Cesur Yeni Dünya, Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, Biz, Fahrenheit 451 kitaplarında olduğu gibi. Bu iktidar biçiminin distopya sayılmasının nedenlerinden ilki, "Çoban, bir toprak parçası üzerinde değil, daha ziyade, bir sürü üzerinde iktidar kullanır" olmasından dolayı. Livaneli, Son Ada kitabını yazarken sanırım ki distopya türünün teorik ve kurgudışı altyapısını araştırmayı unutmuş olacak ki, eski yazdığı ve sonradan yazacağı kitaplar gibi bir kitap yazıp geçmeyi istemiş, ama ben geçmiyorum, geçmeyeceğim.


Ne demiştik, "Çoban, bir toprak parçası üzerinde değil, daha ziyade, bir sürü üzerinde iktidar kullanır". Peki, Son Ada kitabında ise ne oluyor? Adaya gelen çoban olan Başkan, adanın toprak parçası üzerinde hakimiyet kurup kendi iktidarını insan sürüsüyle distopyalaştırmaktansa, doğaya ve toprağa hakim olarak gerçekleştirmek istiyor. Yani ortada Başkan'ın iktidarını ve çoban rolünü güçlendiren, sürü psikolojisi oluşturan bir distopya bu ilk maddeye göre yok.


İkinci maddede "Çoban, sürüsünü bir araya toplar, onlara yol gösterir ve önderlik eder" der Foucault. Romanda ada halkından bir sürü olarak bahsedemeyeceğimiz için sadece birkaç bireyin Başkan tarafına katılması mevcut. Sanki adam dünyaya hükmeden faşist bir lider olmuş da Başkan'ın zalimliği bu kadar ön plana koyuluyor, hiç alakası yok. 


Üçüncü maddemiz "Çobanın rolü kendi sürüsünün selametini sağlamaktır". Son Ada'da ise bu maddeyi sağlayan hiçbir şey yok. Dedim ya, Livaneli'nin bir distopyayı distopya yapan şeyler hakkında ufacık bir bilgisi bile yok. Ada halkında sürü diyemeyeceğimiz birey bilincinde pek çok insan var ve Başkan'ın da bunları ikna etmek, kendi distopik düzenini daha fazla distopyalaştırmak için ortaya koyduğu ekstra bir çaba da yok. Dolayısıyla çobanın rolü, Son Ada kitabında adadaki sürünün selametini sağlamaktansa, daha çok kendi kendine takılıp eski atari oyunlarındaki gibi silahla kuş vurmak kadar basit. Tam tersine sürünün selameti değil, nefreti kazanılıyor. Bu ise distopya teorisine ters bir durum.


Dördüncü maddemizde "Çobanın attığı her adım sürüsünün iyiliği göz önünde tutularak ayarlanmıştır. Bu onun sürekli kaygısıdır", der Foucault. Bu kitapta ise ne sürüsünün iyiliğini gözeten ve kaygı duyan bir Başkan var ne de iyi hisseden bir sürü var.


Ayrıca Son Ada kitabının yıllar sonra yenilenen finaliyle tekrar yayımlandığını da söylemiş olalım, yani şu an ben 2020 yılında bir kitap yazıp 10 yıl sonra onun sonunu beğenmeyip 2030'da yenilenen finaliyle tekrar baskı yapsam bana tepki vermeyeceksiniz, öyle mi?


Aslında bu kitap için çok daha uzun eleştirilerim var fakat konuyu çok uzatmamak adına Huzursuzluk kitabına geçiyorum...


Çoğunluğu Mardin'de geçen ve IŞİD örgütünün de büyük etkilerinin görüldüğü, Yezidi kadınların çektiği işkencelerin anlatıldığı bu romanda, biraz Mardin mekanından bahsedelim. Sonuçta tipik bir Mardin evi, kentsel yapıyı, Mezopotamya ovalarıyla görsel bir bağlantı kurabilecek şekilde dikey değil yatay bir şekilde planlatmıştır. Verimli saatlerde güneşi içeri alabilmeyi de hedefleyen bu geleneksel mimariden tabii ki de uzun uzadıya bahsetmeyeceğim ama Livaneli'nin ilk olarak hangi konularda eksik ve bilgisiz olduğunu söylemek istiyorum.


Öncelikle kurgu bir kitapta mekan kullanımını eleştirebilmek için kendimize, "Mekan, roman kişilerinin kişilik ve kimliklerinin, sosyal, kültürel, ekonomik konumlarının sunuluşunda ve hissettirilmesinde, sosyal yaşantıların sergilenmesinde ne oranda işlevseldir?" sorusunu sormamız gerekir. Livaneli, Huzursuzluk kitabında sanki Mardin'de değil de IŞİD örgütünün bulunduğu herhangi bir yer için yazmış bu kitabını. Eğer ki bir romancı, kitabında bir şehri ön plana çıkaracaksa o şehrin atmosferinden beslenen roman kişilerindeki kimliklerin psikolojilerinin dönüştürülmesini, sosyal ve kültürel yaşantısının da değişmesini ele alabilmek durumundadır. Fakat biz bu romanda sanki Mardin mekanında değil, uzaydan bir arazide planlanmış bir roman atmosferiyle karşı karşıyayız. Değişen mekanların ve yapılamamış mekan tasvirlerinin roman karakterlerini etkileyememesi roman kişilerinin psikolojik tasvirlerinin de çok sığ kalmasına sebep olmuş.


Kitap eleştirisinde mekanı eleştireceksek, "Mekân ne ölçüde öne çıkarılıyor ya da geri planda bırakılıyor?" sorusunu da sormamız gerekir kendimize. Livaneli bu romanında maalesef ki ne Mardin'i, ne Amerika'yı, ne de başka herhangi bir yeri ön plana çıkarabilmiş. Hatta Mardin'i ve IŞİD zulmündeki kader coğrafyasını öne çıkaracakken romanda merkezi kişi olmak için savaşan Meleknaz ve Hüseyin adlı karakterlerin çelişkisinde kalmış. Romanın Amerika kısmı bence tam bir fiyasko ama ona sonradan değineceğim. Yani diyorum ki, mekan tasvirlerinin birinci işlevi olan roman kişisi psikolojilerine "yansıtma" ve diğer bir işlevi olan "çağrışım" işlevi bu romanda bence çok sığ ve ticari kaygı güden bir üslupta kullanılmış.


Merkezi kişilik kavgası bu romanda Meleknaz ve Hüseyin arasında gidip geliyor. Aslında bize merkezi kişi olarak yansıtılmaya çabalanan Hüseyin, bende daha çok yardımcı kişi gibi bir algı oluşturdu. Bu kendi açımdan Livaneli'nin bir mantık hatası yaptığını gösterir. Zira Hüseyin'in Amerika'ya gitme ve oradaki ölüm sürecinin bu kadar vasat bir şekilde yansıtılması kitabın başındaki Hüseyin ile kitabın sonundaki Hüseyin arasında tam bir kurgu boşluğu uçurumu oluşmasına sebep olmuş. Oysaki romanda merkezi kişi, "Genellikle özne durumunda olup, diğer kişiler de ona göre nesne konumundadırlar." Fakat Hüseyin karakteri başta özneyken sonradan tamamen bir dış uyaran, nesne konumuna geçmiş.


Livaneli'nin yazımında karakter ve tipleşme arasındaki mantık hatasından biraz bahsetmek istiyorum. "Çünkü tip, benzerleri çok olan kişinin sosyal boyutuyla ilgilenmesidir." Oysaki Hüseyin'in ilk hali özel gözüken bir sevgisi olan ve karakterleşme çabası içerisindeki bir roman kişisi gibi iken, romanın ikinci kısmı olan Amerika süreci tam olarak benzerlerinin çok olduğu bir tip sürecine evrilmiş. Yani Livaneli bence Hüseyin adlı roman kişisini kurgularken pek çok konuda çelişik davranmıştır ve bu kendi açımdan bir mantık hatasıdır.


Şimdi sıra Edebiyat Mutluluktur kitabında...


Bu kitap için Livaneli egosu mu desek, kibri mi desek bilemedim. Maalesef ki adam kendisini bir Proust, Dostoyevski ya da Eco sanıyor. Kendisini yazın dünyasının Mevlana'sı ilan etmiş desek yanlış olmaz.


Kitabın 18. sayfasında bir kitabı okumaya zorlanmak saçmalıktır, düşüncesini savunuyor. Katılmıyorum. İnsan artık bir süre sonra akıcılıktan uzak, okumanın çetin olduğu Karasu, Musil, Proust gibi yazarları okumanın özlemini duyuyor. Bu tip yazarlar insanın beynini sanki unutulmuş bir makine odasına uzun yıllar sonra ilk kez girildiğinde tekrar çalıştırılıyormuş gibi bir etki veriyor diye düşünüyorum.


25. sayfada Türkiye'deki bazı yayınevlerinin edebiyatı salt ticari bir kurum, ürünün niteliğiyle değil daha çok edeceği piyasa değeriyle öne çıktığını savunan kapitalizmi eleştiriyor. Ama kendisi Türkiye'nin kapitalist yayınevlerinin babası olan Doğan Kitap'ta kitaplarını yayımlıyor.


49. sayfada Dostoyevski'nin romanlarındaki St. Petersburg sokaklarını esrarengiz ve çılgınca olduğunu belirtip sonrasında yazarın bize bu durumu belirten bir tek cümle sunmadığını söylüyor. Yoo, katılmıyorum ki. Beyaz Geceler'de Dostoyevski'nin şehirdeki binaların farklı karakteristikleriyle konuştuğu bölümlerden tutun da, Budala'daki idam mahkumunun son saniyelerini 3 parçaya ayırıp şehri detaylı bir şekilde tasvir ettiği bölüme kadar Dostoyevski anlattığı şehirleri gayet de belirten cümleler sunuyor aslında. Kemiklerin sızlama partisine hoşgeldiniz.


66. sayfada Umberto Eco'nun Prag Mezarlığı'nda anlattığı kişilik bölünmesine diss atıyor. Eco'ya klişe falan demeye kalkışıyor. Eco, mezarından Livaneli'nin bunu dediğini duysaydı sanırım Livaneli, Eco'nun önünde diz çöker tövbe isterdi. Bir tarafta göstergebilim, mimari mekan anlatma ustalığı ve Hristiyan dünyası ustası Eco, diğer tarafta halk tarafından sürekli beğenilecek şeyler yazan popüler kültür hizmetlisi Livaneli? Kemiklerin sızlama partisine 3. aranıyor...


107. sayfada Türkiye'nin son yıllarda müzik konusunda içine sürüklendiği yaratıcılık fukaralığını ve genç müzisyenlerin deneme yapmadığını belirtiyor. Bu bölümün altına gerçekten de kocaman bir "NE?!" yazdım. Livaneli kendi müziğini gözleri kapalı icra etmeye çalışırken bilmiyor ki, Türkiye'de elektronik indie deneyen Büyük Ev Ablukada, thrash metal, garage rock, alternatif rock, ska-punk, psychedelic rock deneyen Athena, reggae deneyen Sattas, Komik Günler, Luxus, rap deneyen Mode XL, İndigo, elektronik rock deneyen Nihil Piraye, Rebel Moves, Jazz deneyen Dolunay Obruk, Eylem Pelit, Volkan Öktem, 123, İlhan Erşahin, Elif Çağlar, anadolu Rock deneyen Flört, indie rock deneyen Palmiyeler, The Revolters, The Away Days, southern metal deneyen Black Tooth, punk rock deneyen Cemiyette Pişiyorum ve alternatif rock deneyen Gaye Su Akyol, Alarga, Peyk, Malt, Yüzyüzeyken Konuşuruz, Adamlar, Bubituzak, Ayyuka, Kalben, hard rock deneyen The Ringo Jets gibi isimler var. Türkiye müziği Livaneli ve onun sevdiği müzik tarzlarından ibaret değil!


Son olarak da Kardeşimin Hikayesi'nden bahsedip bu "okumama rehberi"ni tamamlayalım.


Gündemi meşgul eden konularla ilgili yazmayı seven, Gölgeler tarzı bir kitapla ticari kaygıyı hatırlatan, Edebiyat Mutluluktur kitabıyla mesnetsiz ve yanlış genellemeleri barındıran yazar Livaneli'den son okuduğum kitap olan Kardeşimin Hikayesi'nde de para kazanma amaçlı bir ürün yerleştirme olabileceğini düşündüren nesnelerin genel adlarıyla değil de ürün isimleriyle (örnek: Russian Standart) bahsedilmesi var. Bu yönüyle hem ticari bir kaygı olarak olumsuz eleştiriyi fakat aynı zamanda da edebiyatta eleştiri bağlamındaki yerel bir renk katma işlevini olumlu bir eleştiri olarak akıllara getirir. Kurmacanın retoriği yani "etkileyici ve ikna edici olmakla beraber içtenlikten veya anlamlı içerikten yoksunluğu" Kardeşimin Hikayesi okurlarında sürükleyicilik, akıcılık ve polisiye bir kurguya yaklaşmasıyla kendisini gösterir. Oysaki edebiyat bu kadar basit bir husus değildir.


Edebi estetik ve fonksiyonel bir fayda açısından bakacak olursak, bu, bir sanat eserinin anlattığı değerler bağlamından izole olamaması ve yazar-eser-okur arasındaki gelgitlerde okur tarafından bulunan değerlerde ve yaşanan içselleştirmelerde saklıdır. Kardeşimin Hikayesi ise tam da bu noktada polisiye, aşk, cinai bir roman olmaktan öte bir içsel yolculuktur. Çoğunluk tarafından dikkat çeken ve yorumlanan şey olan katil, cinayet, maktül vb. kriminal unsurlardansa esas elzem olan Ahmet-Mehmet karakterleri arasında yerini bulan gerçek-kurgu seçimleri, mimari ve somut mekanların insan psikolojisine etkileri ve günlük hayatta normal sandığımız insanlarda var olabilen psikolojik cereyanlardır.


Kardeşimin Hikayesi'nin 325 sayfası sırf bir katili bulmak için değil (keza katilin açıklandığı kısmın yöntemi tam bir fiyaskoydu), karakterlerin yaşadığı içsel yolculuklar, psikolojik saplantılar, detaylandırılamamış mimari öğelerin karakterleri önemlileştirdiği çözümlemeler için okunmalı. Bu konuda da ana karakterin çocukluğunda yaşadığı travma daha derin bir psikolojik buhran şeklinde yansıtılmalıydı bence. Livaneli, incelememe başladığım magazinvari cümleler ile sürükleyiciliği sağlamaya çalışmış fakat bu da roman içerisindeki zamansal atlamaların ve kurgu içerisindeki geçişlerin içlerinin boş kalmasına neden olmuş.


Başka "okumama rehber"lerinde görüşmek üzere...