Kuşların cıvıltısı beni hala bir yerlerde var olan yaşama ikna ediyordu. Zaman kavramımı yitirmiş, bir günümü diğerinden farksız kılmayı başarmıştım. Böylece günlerin nasıl geçtiğini de anlamayacaktım. Rüyalarım ve gerçek hayat arasındaki sınırı zorluyor, uyandığımda bir rüyanın içinde, uykumdaysa gerçek hayatta olduğumun yanılsamasını hissediyordum. Bu kadar kısa bir süre içerisinde delirdiğime anlam verememekle birlikte, korkuyordum da. Ne olursa olsun, bu kadar kolay delirilemezdi. O eve göre ölmem gereken, hatta o yöreye göre ölmem gereken, bana göreyse ufacık bir olaydan ötürü tüm hayatımın bir anda kutudan hallice bir odadan ibaret olması inanılır gibi değildi. Çakıl taşlarıyla döşenmiş yol, mısır tarlası, masmavi gökyüzü ve tellere dizili kırlangıçlar… ölmemi bekleyen kırlangıçlar. Beni içine alıp sonsuza dek hapsetmeye yeminli mısır tarlası. Geldiği an, adımlarındaki o korkunç sürtünmeyi kulaklarımla bütünleştiren çakıl taşları. Gökyüzü hep aynı mavilikte, yalnız o değişmedi. Gökyüzü, tüm bunların yanında o denli eğreti duruyordu ki buraya ait olmadığı her halinden belliydi. Zorla çektirilmiş vesikalıklar gibiydi. Telaşlı ve oldu bittiden ibaretti. Ve en önemlisi de her an bir kapı aralanacak gibiydi oradan.

Uyumak ve şiir dinlemek dışında ne yaptığımı hatırlamıyorum. Başarısız bir intihar girişimi, uyku, baş dönmesi, hafiflik, şiir dinletisi, uyku, rüya, rüya içinde rüya, uyku dışında rüya, uyanma, ağlama, hafiflik, uyku. Bir yaşam bundan ibaret.


Yaşamın bunlardan ibaret olduğu günlerden birinde siyah eller odama geldi. Siyah eller bana kıyamazdı. Umutlanmıştım. Masumiyetimi gözüne sokmak ve asla unutamayacağı bir an olmasını istediğimden gözlerimi büyüttüm, merhamet sağlayıcı okları fırlattım. Konuşmaya başladığında kırlangıçlar uçtu. Siyah eller, ölümü korkuttu.

“İstanbul’u unut. Sana son bir şansın var demiştim, onu da kaybedersen acımam demiştim. Sen n’aptın? Oturup iki lafını dinlemeye tenezzül etmediğim adam iş yerine geldi seni anlatmaya. Gözümün önündeyken sahip çıkamadığım kızı İstanbul’a yollayayım da orospu mu olsun? Evlat katili mi olayım? Buradan güzel güzel gidersin, okuldan eve, evden okula.”


Ağzını açar açmaz duyduğum birkaç kelimenin ardından kulaklarım mühürlenmiş; mıhlanmış, mumyalanmış gibi olduğum yerde, elimde merhamet sağlayıcı oklarımla kalakalmıştım. Yığılacak yerlerin çokluğundan olsa gerek, seçemiyor, milim oynamıyordum. Her şey başlamadan bitmiş, tam bir şey olacak derken olmamış, sıkılıp yarısında kapatılmış kalitesiz filmler gibiydim. O an ağlayabilseydim lütuftu. Yüzümü birkaç kez buruşturdum, ağlıyormuş gibi yaptım ama beceremedim. Ağlamayı bile beceremedim. Dilim, basiretim ve o an orada ne varsa hepsi bağlanmış, tek kelime edememiştim. “Hayır bunu kabul etmiyorum, hayatımı karartamazsın, özgür olamadığım bir yerde yaşayamam, yapamam, uçmayı öğrenmeliyim, hayatlar keşfetmeliyim, öğrenmeliyim, tatmalıyım, hata yapmalıyım, kazanmalıyım, yenilmeliyim; bunları her zerresiyle kokuşmuş bu yerde yapamam!” diyemedim. Söyleyecek hiçbir şeyim olmadığını anlamış olacak ki, söyleyeceğim hiçbir şeyin onu kararından vazgeçirmeyeceğini biliyor olacak ki döndü, basiretimin bağladığı kapı kolunu çevirdi ve odadan çıktı. Çakıl taşları bile bana acıdı, o günden sonra o sürtünme sesini hiç duyurmadı.

Sürekli felaketler kucaklayan hayatımda bu zamana kadar, fırtına dinene dek görünmez bir el beni susturur, ortalık durulduğundaysa aklıma gelen can kurtarıcı bir fikirle paçayı sıyırırdım. O fikirlerin hemen hepsi can simidi görevi görmüştü. Ama bu seferki yeni bir sandal, yeni bir sandalın götüreceği yeni bir kara parçasıydı.

Ertesi gün, çok eskiden namını epey duyduğum, hakkında fısıltılarla bahsedilen, sadece çok bilmekten hastalanmış fakat ruhu ele geçirilmiş insanların bildiği, aylar önce ilk ziyaretini gerçekleştirip bir göl kenarında tüylerimi ürperten İfrit; kulağıma dahiyane bir fikir çınlattı. Bana gerçekleri söyleme önerisinde bulundu. Bu kadar basit, diye de ekledi.


“Saklarsan bununla yaşarsın, saklanan şeyler insanın içinde yaşar ve yaşayan her şey gibi büyür, gelişir, kabına sığmaz. Bunun diğer yaşayan şeylerden farkı, hiç ölmemesi, saklandığı şeyi kemirmesidir. Ve saklanan her şey gerçektir. Gerçeği söyleyeceksin ve onları vicdanlarıyla baş başa bırakacaksın, tanrı gibi.”


İfritleri kötü bir ruh çağırma korkusuyla anan herkes yanılıyordu. Emindim ki onlara soracak olsam, kaderime razı gelmemi ve yapacak hiçbir şey olmadığını söylerlerdi. Gerçeklerden asla söz etmezlerdi. Çünkü onlar İfritlerden ne kadar korkuyorlarsa gerçeklerden de o kadar korkardı. O gün, o evde son kezgökyüzüne baktığımda altın tepside sunulmamış ne varsa oradaydı.


En az gerçekleri söylemek kadar, onların nasıl ifade edileceği de önemlidir. Gerçek, geçmişi kurtarırsa gerçeğin yanındaki üslup, geleceği kurtarmaya hazırdır. Üslubumda karar kıldım, gerçek zaten yıllardır üstüme yapışan bir lekeydi, hazırdı. İkisini harmanladığıma emin olduğumda merdivenlerden indim. Bu sefer parmak uçlarımda, yavaşça değil, ayaklarım yere basa basa, yerkürenin varlığını kanıtlarcasına indim. Salona; ayın on dördü yüzlü, eskimek bilmeyen, sevgisini mısır tarlalarına gelişigüzel gömmüş o kadının yanına gittim. Oradaki mevcudiyetimi görmezden geliyor, bunu belli ettiğinden başaramıyor ama farkında değildi.

Anlatmaya başladım. Olabildiğince sade, dürüst, masum, adına ne derlerse desinler, öyle anlattım. Varmak istediğim noktaya güç bela geldiğimde tartışmaya başlamıştık. Sonralarda bunun da hesaplaşmasını yaptığım ama kötü olan her şey gibi unutalamayan, bu alanda uzman denilenlerce ‘travma’ adını verdikleri şeyi iliklerime dolduran o cümleyle burun buruna geldim. Hayır, o kadınla değil. Cümleyle.


“Sen ona kuyruk sallamışsındır.”


Sessizlik.


Cümle mısırlara çarpmış, dağlara çarpmış, yollara çarpmış; her çarpışta bana geri gelmiş, gelmiş, gelmiş; kulaklarımı sağır edecek bir yankının kurbanı olmuştum.

Sessizlik.


Neden sonra kuyruğumu açıklamaya giriştim. Gökyüzünde gördüklerimin altın tepside sunulmadığını söylemiştim. Ayaklarım yere basarak, sertçe inmiştim merdivenlerden. Kuyruğumun akibetinden bahsetmeliydim. Gerekirse kızgın bir kedi gibi havaya dikmeliydim.

Bazı zamanlar hayret ettiğim aklımın kıvraklığıyla somut deliller, psikolojik tahliller sundum. Canını kanını düşman ettim ona. Canı yandı. Gerçekler acıydı.

Gerçeklere devam ettim. Bundan siyah ellere de bahsetmem gerektiğini, çünkü aksi halde olacakları hak etmediğimi en duru haliyle açıkladım. Biraz da ağladım.

Aradım ve siyah ellere bu akşam biraz erken gelebilip gelemeyeceğini, onunla bir şey konuşmak istediğimi söyledim. Beklediğim gibi, kabul etti. Siyah eller beni severdi. Gelene kadar ve en önemlisi de geldiğinde heyecanıma yenik düşmemeliydim. Yenik düşüp kekelememeliydim, gerçekleri ürkütmemeliydim. Plan yapmalı ve en soğukkanlı halimle gelenek ve görenekleri alt etmeliydim. Bu yüzden düşündüm, heyecanlandım, saatleri saydım; zaman uçtu, çaresizlikten tel tel koparttığım saçlarıma kondu. Eve gelmişti, hem de erken.


Birkaç saat önce hiçbir şey konuşmamışız, konuşacağımız anı beklemiyormuşuz gibi odanın içinde denk gelmemek için gözlerimizi kaçırdık durduk. Benden bir hamle, bir hatırlatma bekliyordu; kendimi temize çıkarmak için bir konuşma yapacağımı biliyor, birini ateşe atarak bunu gerçekleştireceğimi bilmiyordu. Benden başkasının ateşte olduğuna ihtimal bile vermemişti. Ateşlere giden tüm oklar beni gösteriyordu. Öğretilerinden sıyrılması için okkalı bir gerçek gerekiyordu. İfritime son bir kez teşekkür ettim.


“Seninle bir şey konuşacaktık ya… yukarıda konuşalım müsaitsen…”

Bu anı bekliyordu, yanılmamıştım. Hızla, tüm çocukluğumu sığdırdığım odaya çıktık. Şimdilerde erkek mavisi duvarlı, kasvetinden eksiltilmesine izin vermemiş, oyuncaklı. Karşısına oturdum. Gözlerindeki hüzün, inanmaya hazır çünkü aksi takdirde yüzü hep kırmızı gezecek, mahcup tavrıyla birleştiğinde nasıl da günahsız oluveriyordu. Gözlerime bakamayışı bile beni sevdiğine işaretti. Çok sevdiğine.

“Evet, ben böyle bir şey yaptım, sandığın gibi değil ama yaptım. Ama o… o…”


Sessizlik.


Yutkunma seslerim odada tuhaf bir melodi tutturmuş, kendi çalıp kendi oynuyordu.


“O bana…”


Yine sessizlik.


Kör olayım, kör olayım. Kör olsaydım da bunları söylemek zorunda kalmasaydım.


“O beni kıskanıyordu. Karısı başka bir yerdeyken benim aklıma girmeye çalışıyordu. Buraya dönmek istediğimi söyledim, izin vermedi. Zaten ben de gelicem, beraber gideriz dedi. Bize nikah düşüyor mu şimdi dedi. Neden bol kıyafetler giyiyorsun, tablo gibisin, vücut hatlarını ortaya çıkaracak şeyler giyinsene, babaanne misin sen dedi. Benden başka kimseye ait olmayacaksın dedi, kurana el bastırdı. Sonra da üstüme çullandı. İnanmazsınız diye söyleyemedim. Buraya gelince söyleyemedim. Yüzleşmek istemedim. Şimdi söylüyorum çünkü hayatımın kararmasını istemiyorum. Onun pisliğinin bedelini ödemek istemiyorum bir ömür. Bana bir şans daha vermeni istiyorum.”


Her şey bir çırpıda olup bitmişti. Bunları söylemek için yıllardır salise salise kenara biriktirdiğim zaman parçaları bir dakika olmuş, hayatımın dönüm noktasını, yapıtaşını oluşturacak temeli atmıştı. Gerçekler bu kadar basit ama sabır gerektiren, gerektiği zaman yıllarca provasını yaptığın ama ortaya çıkması için mutlaka felaket çağrısı bekleyen şeylerden oluşuyordu. Daha bilmediği çok gerçek vardı, ben o an ihtiyacım olan kadar söyledim yalnızca. Ben sustum, İfritim sustu, mısır tarlalarından hışırtılar duyuldu. Dedikodu yapar gibi, bir yalan arar gibi.

O an gözlerini herkes görmeliydi. Dünyadaki tüm siyah eller ve tüm kuyruklar. Utancını saklayacak yer bulamamış, kusmak için yer aramış; her şeyin kalıbına tükürmek istercesine soluyordu. Susmanın en anlamlı olduğu yer burası, diye düşündüm. Her hareketini dikkatle izliyor, gardını yavaşça indirebilmenin haklı gururunu yaşıyordum. O kadar kaybetmiştim ki berabere kalmanın sevinci bedenimden taşacak yer arar olmuştu.

Bir şeylerin muhakemesini bitirdiğinde doğruldu, göz ucuyla bana baktı ve gerçeklerle birlikte çıktı kapıdan. Çocukluğum bana kalmış gibi kaldım odada, çocukluğumdan kalan odada.


(devamı gelecek.)