Gecenin sessizliğine teslim olmuş geniş caddeyi, buzun üzerindeki su damlası gibi, akarcasına aşıyordu mavi araba. Kadın, bomboş, ifadesiz gözlerini önünde uzanıp giden yola dikmişti. Ayrımına varamıyordu çevresinin. Sanki kirli bir camın arkasında tutsaktı. Bilinci başka yerlerde, bambaşka şeylerle meşguldü; yolu gören şey ise bilincinin, içinde kaybolduğu anılar festivalinde bir kenara nöbetçi diktiği, küçük numunesiydi sadece.


Otuz beş yaşındaydı. Otuz beş yıldır ümit biriktirmişti. Ama bu ümitler, yaşadığı fırtınaya ancak bir yıl dayanabilmiş ve nihayet bugün, ardında boş, amaçsız, şaşkın bir zavallı bırakarak yıkılmış, bütün mutluluk hayallerini de yanmış bir viraneye dönüştürmüştü. Hala güzeldi. Hala içindeki yaşam gücünün ışıltısı parlıyordu yüzünde. Çökmemiş, yaşlanmamıştı. Saçlarının, teninin, gözlerinin canlılığına, bütün eklemlerinin dinç, akıcı hareketlerine bakılırsa daha uzun yıllar yaşayacaktı. Ama artık niye yaşayacağını bilemiyordu.


Aslında çok bir şey de istememişti hayattan. Bütün çabası herkes için sıradan, ama onun için sıradan olamayacak kadar zor ve uzak bir şeyi başarmak içindi: aile kurmak. Yetimhanedeki her kimsesiz gecede bunu düşünerek uyumuş, düşlerinde bu tek arzusundan mürekkep dünyalara uçmuş, bazen dileğinin gerçekleştiğini görmenin sevinciyle gözlerini açmış, bazen de hayalini gerçekleştiremediği kabuslardan ter içinde uyanmıştı. Bu tek arzusunu üzerine inşa edeceği imkanları elde etmek için bile yıllar harcamıştı. Okula başladığı günden itibaren çok çalışmış, sonunda saygın bir üniversitenin hayli zor bir bölümünü kazanmış, yüksek derecelerle bitirmişti. Büyük bir şirkette işe başlamış, yıllarca bıkmadan usanmadan çabalamış, iyi para kazanmış, birikim yapmıştı. Dostları, arkadaşları olmuştu; patronları, altında çalışanlar olmuştu; ve o, herkeste saygı, hiç olmazsa sevgi uyandırmayı başarmıştı. Okuduğu kitaplar, dinlediği müzikler bile bu hayal içindi. Kadına göre mutlu bir aile sahibi olmak, bu kısa hayatta uğruna kendinden fedakarlık yapabileceği tek şeydi çünkü.


Sonunda, yaşamını birleştireceği adam karşısına çıktığında, kadın önündeki mücadeleye yıllardır hazırdı. Ve her çiftin zorlanacağı problemler bu dağ gibi hazırlığın karşısında eriyip gidiyordu. Ev mi kurulacaktı? Kadın bunu en az masrafla nasıl halledebileceğini zaten biliyordu. Eşinin ailesi ile bir araya mı gelecekti? Sorun olmayacaktı, çünkü o çoktan şartlamıştı kendini; evleneceği adamın ailesini kendi tanımadığı ailesinin yerine koyup sevecekti. Kim oldukları fark etmezdi. Kadın onları her durumda ve sonuna kadar sahiplenebilirdi. Kocasını memnun etmek için başka neye ihtiyaç vardı? Güzel, bakımlı, akıllı, anlayışlı, sadık, ona her zaman destek olan, yücelten, çok seven ve saygı duyan bir eş... Kadın zaten öyleydi.


Kocası, bu her işi kolaylaştıran, evlilik hayatının tüm dertlerini gücü yettiğince çözen ve onu gerçekten seven kadına, bir kedinin soba önündeki rahat bir mindere bağlandığı gibi bağlandı. Önceleri vicdanı, küçük bir sivrisinek gibi her yanından ısırıp onu rahatsız ediyordu. Bu küçük rahatsızlıkla adam da elinden geldiğince karısını mutlu etmeye çalıştı. Ama kadın için yaptığı her şey ona birkaç katı olarak geri dönüyordu. Sonunda yetişemez oldu. Karısına karşı içinde peyda olan şefkat ve minnetle, en azından kendisine verdiklerinin kıymetini bilmeyi ve borcunu böyle ödemeyi kararlaştırdı. Kadın ise şikayetçi değildi. Kocasının tüm bu fedakarlıkların değerini bilip bilmediğini gözlemekle bile ilgilenmiyordu. Bu tutumu, başlarda adamın minnetini artırsa da, zamanla karısına baktıkça hissettiği o parlak fedakarlık arzusunu soldurdu. O rahat mindere yayıldıkça yayılmasına, kadına sunduğu sevgiyi arabasına, evine, buzdolabına karşı hissettiği sevgi ile aynı hamurdan yoğurmasına neden oldu.


Buna rağmen mutlulardı. Birbirinden çok şey beklemeyen, beklediklerini de alabilen her çift gibi, daha fazlasını istemedikleri sürece mutlulukları eksilmeyecekti. Alışkanlıklar ve tatlı sözlerden mürekkep bir dünya kurmuşlardı bir kaç yıl içinde. Ve hala gençlerdi. Ama ikisinin de ortak bir isteği vardı artık; üç kişi olmak. Kadın bebek sahibi olmayı hep çok istemişti, ama kocası kendini hazır hissedip de onun bu arzusunu paylaşana kadar sabırla, sessizce beklemişti. Sonunda o gün geldiğinde, içinde sakladığı tüm annelik şefkatini, eteğine erik doldurmuş bir çocuk coşkusuyla oraya döktü. Adam karısının bu heyecanına ortak oldu, ve çok geçmeden fark etti ki, karısının hayatlarının mükemmelliğini tamamlayacağına inandığı bu 'bebek' fikrine karısından da büyük bir heves beslemeye başlamıştı. Çünkü mutluydu, rahattı, hayatı düşünemediği kadar güzeldi ve merak ediyordu; nasıl daha güzel olabilecekti? Öyleyse hiç tatmadığı bir güzellikti bu, tüm hayatını bu güzellikle dondurup bütün gelecek mutlulukları garantileyebilecekti belki de; evet evet, muhakkak öyle olmalıydı.


Kadın ve kocası birbirlerine daha çok zaman ayırmaya başladılar böylece. Birbirleri ve kendileri ile daha fazla ilgilendiler, daha özenli davrandılar evliliklerine karşı. Adamın ailesi çocuk sahibi olma fikrini zaten öteden beri savunuyordu, haliyle bu gelişmeyi mutlulukla karşıladılar ve sabırsızlanarak beklemeye başladılar sevindirici haberi.


Ama o haber bir türlü gelmedi.


Bir süre sonra iki eşin endişeleri büyüdü. Sorunun kendisinde olabileceği düşüncesi, özellikle de adam için, ağır bir yük haline gelmeye başladı. Kadın çocuk sahibi olmayı deli gibi istiyordu, adamın ailesi beklenti dolu gözleri ile bu isteğin ağırlığını artırıyordu ve adam kendinden emin olamayışının acısını çekiyordu. 'Baba olmak', sonunda adam için bir gurur meselesi haline geldi.


Bir süre tıbbi yardım almamakta direndi. Karısının da danışmasına izin vermedi. Çünkü karısının sağlıklı olduğu ortaya çıkarsa, kendisinin eksik olduğu fikri ile başa çıkabilecekmiş gibi hissetmiyordu kendini. Ama zaman geçtikçe karısını suçlayıp bu işten kurtulma arzusu, kendi eksikliği ile yüzleşmeye dair korkularına üstün geldi ve birlikte envai çeşit test için tam teşekküllü, bazıları da çok pahalı hastanelerin koridorlarını arşınlamaya başladılar.


İşin aslı, her ikisinde de bir miktar problem vardı, ama her ikisi de çocuk sahibi olma şansına sahipti. Kadın adamı yetersiz veya eksik görmedi, adam kendi ufak kusurunun pek fazla ortaya çıkmaması için kadına karşı anlayışlı davranmayı daha mantıklı buldu. Evet, bu süreç adamı sevgi veya şefkatle değil, mantığı (!) ile hareket edeceği bir konuma getirip bırakmıştı. Geçmişte hissettiği tüm o 'sığ ama güzel' duyguların yerini küçük hesaplar almıştı artık. Geri dönülemez bir biçimde kayboluyordu bazı şeyler ve adam bir miktar suçluluk hissetmekle beraber bunu görüyordu. Kadın ise içinde bulundukları sürece o kadar kaptırmıştı ki kendini, eşinin kalbinde, ruhunda, benliğinde yavaş yavaş, hissettirmeden gerçekleşen bu değişimi fark etmedi bile...


Bir tedavi süreci başladı sonra, çok da uzun sürdü. Ve bu süreçte bütün sevişmeler onlar için bir zevk kaynağından çok ödeve dönüştü. Birlikte oldukları her gecenin ertesinde aynı merak ve endişe ile uyanıyorlardı. Acaba bu kez bebek sahibi olmayı başaracaklar mıydı, bu kez müjdeli haberi alabilecekler miydi, üzerilerindeki baskıdan kurtulabilecekler miydi böylece… Ve kadın her ay döngüsü tamamlandığında, önce aynanın karşısında bir türlü anne olamamasının hayal kırıklığından ağlıyor, sonra da kocasına hamile olmadığını nasıl söyleyeceğini düşünerek cehennem azapları çekiyordu. Kocasının tepkisi ise hep aynı gittikçe derinleşen, inatçı sessizlikti.


Adam yaşadığı değişimle birlikte huzursuz, mutsuz bir insana dönüşmüş, eskiden sobanın yanındaki minderinde fazlasıyla mutlu ve rahat olması da şimdiki durumundan kaçmak için hissettiği arzuyu beslemiş, büyütmüştü. İçine düştüğü bu huzursuzluk ve mutsuzluğun tek çaresini de eksiklik duygusundan kurtulmakta görmeye başlamıştı artık. Bu şekilde devam edemeyecekti. Hala karısını kırıp küstürmekten ölesiye korkuyor, ama ona eskisi gibi davranmak da içinden gelmiyordu. Bir zamanlar sevgi ve minnetle kurulan bağ, adamın kendini aciz, yetersiz, küçücük hissedişinin tabii bir sonucu olarak yitip giden öz güveni ile birlikte, en adi bir ihtiyaca dönüşmüştü. Kişiliği yavaş yavaş kaybolmuş, kasları erimeye başlamış yatalak bir hasta gibi bütün desteksiz ayakta durma ve tutunmadan yürüme yetilerini kaybetmişti. İhtiyaç o kadar gerçekti ve o kadar kontrol altına alınamaz durumdaydı ki, adam sadece bacakları birbirine dolaşa dolaşa birkaç adımcık yürüyüp, yorulur yorulmaz da tekrar yatağının rahatına sığınacağını iyi biliyor, aksini bile düşünemiyordu; ki ilk ihaneti de işte bu ruh hali ile yaptığı, ona göre önemsiz bir yürüyüştü sadece.


Kadın bu ihaneti öğrenmedi, bilmedi. Sonrakilerde şüphelendiği olduysa bile kocasına hesap sorma hakkını kendinde göremedi. Eşinin sadakatine inanmayı ve bebek sahibi olmaya karşı hala gösterdiği büyük istek ve ilgi ile avunmayı seçti. Kafası o kadar karışık, ruhu o kadar yaralıydı ki, elinden başka bir şey gelmiyordu artık. Sonunda bir gün, döngüsü gecikip evde hazır bulundurduğu gebelik testinde çift çizgiyi gördüğünde, artık bu kabusun bittiğini düşünüp bildiği bütün dualar ile şükretti. Güzel haberin gerçekten de kocasının minik yürüyüşlerini geride bırakmada son derece olumlu bir etkisi oldu. Hatta karısına bakışları bile değişmişti bir anda, yine sevgi ile ışıldıyordu gözleri. Halbuki, kadın biraz daha dikkatli bakabilseydi kocasının gözlerine, o ışıltının hamile karısına değil, kendi kendisine karşı hissettiği bir sevgi ve gururun ürünü olduğunu görebilirdi. Göremedi. Ruhu, aklı, kalbi, yerin fersah fersah dibinden göğün sınırlarına yükselmiş gibiydi, yeryüzünde ne olup bittiğini görecek durumda değildi.


İlk doktor randevusunu kocasının işleri nedeniyle o hafta sonuna alabildi ancak, ama hiç problem değildi onun için. Eşinin heyecanını anlayabiliyor ve o da doktorun yanına birlikte gitmeyi istiyordu. Yeni bir enerji ile işine gidip gelmeye devam etti birkaç gün. Sonunda ani bir sancı ile kendini hastanede bulunca sevinmeye çok erken başladığını anladı. Kocası elinden tutarken ultrason ekranını dikkatle izleyen jinekoloğun yüzüne bakıyor ve içini rahatlatacak tek bir cümle hasretinden öleceğini sanıyordu, ama doktorun verdiği haber bunun bir dış gebelik olduğu ve embriyonun alınması gerektiğiydi.


Kadın hemen anestezi verilip ameliyata alındı, uyandığında yorgun, mutsuz, hayal kırıklığıyla doluydu. Ama kocasının durumu ondan da beterdi. Adam eski sessizliğine bu kez daha da sert bir biçimde geri dönmüştü; kendini suçluyor, sonra bir dış gebelik için kendini suçlamanın saçmalığını fark ediyor, bu kez de histerik bir biçimde suçlayacak birilerini arıyor ama karısının da bunda bir kabahati olmadığını bildiğinden susmak zorunda kalıyordu. Nekahet dönemi, kadın ve kocası için ikinci ve esas büyük yıkımı getirdi. Dış gebelik geçirmesi geri dönülemez bir hasar bırakmıştı onda; zaten normalden düşük olan annelik şansı, artık hemen hemen yok olmuştu.


Kadın da adam da bunu kabullenmek istemediler önce, ama ilk şoku atlattıktan sonra bir bebek sahibi olma ümidi ile üzeri kapatılan her şey, tüm o korkular, öfkeler, suçlamalar, eskisinden de büyük bir şiddetle geri döndü. Adam acizliğini artık iyice hissediyor ve yitirdiği bağımsız yaşama kabiliyetine karşılık hiçbir şey vermediğine inandığı karısını tüm kalbi, aklı ve ruhunun her zerresiyle ile suçlamakta beis görmüyordu. Haksızlık mı ediyordu? Hayır, etmiyordu. Zaten umurunda da değildi. Karısı onu adeta dişleri ve tırnakları sökülmüş bir kurt gibi kendine mecbur etmişti. Ailesini, arkadaşlarını, çevresindeki herkesi türlü sahte fedakarlıkla fethetmiş, kendisini bile o yüce gönüllülüğüne prangalamıştı. Adam artık onun esiriydi. Nankör, vefasız, kötü biri gibi görünmeden karısından ayrılabilmesinin imkanı yoktu. Ya onunla kalıp çevresindeki insanların kendisi hakkında beslediği iyi düşüncelerle avunacak, ya da karısı ile birlikte hepsini yitirecekti.


Kadın bunun böyle olmadığını biliyordu, üstelik gerçekten samimiydi kocasını severken, en azından samimi olduğunu sanıyordu. Onlarca çocukla birlikte kimsesizliğin kucağında büyümüştü, yetişkin bir kadın ve erkeğin birbirine neler verip neler talep ettiğini, daha da önemlisi sınırları nerede çizdiklerini, evliliğin, ailenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu ki… Onun tek bildiği sevgi, herkesten sakladığı çikolatasını yetimhanede arkadaşı ile paylaşmasına neden olan sevgiydi. Onun tek bildiği sevgi, hastalandığında kendi battaniyesini ona veren çocuğun gözlerinde gördüğü sevgiydi. Onun tek bildiği sevgi işte böylece kalpten gelen, hesapsız, hem yaralı, hem de yarayı saran bir sevgiydi; başka türlüsünü ne hissedebilir, ne anlayabilirdi.


Adama bütün bunları açıklamaya çalıştı kadın, elinden gelen, dilinin döndüğü her şekilde olmak istediği tek şeyin kocasının seveceği bir eş ve çocuklarına iyi bir anne; en büyük hayalinin de birlikte kuracakları gerçek bir aile olduğunu anlattı durdu, boş yere. Tüm yalvarmalar, tüm sevgi sözcükleri, tüm gözyaşları, özürler ve hatta sitemler bile, kocasının üzerinde zaten kudurmuş bir denize atılan çakıl taşı kadar etki dahi yapamadan, artık iyice ıssızlaşmış evlerinin soğuk duvarlarına çarparak bin parça oldu.


Yeni ihanetler geldi bundan sonra. Pervasızca işlenmiş bir sürü evlilik suçu… Kadın artık sayısını bile bilmiyordu. Yine de ümitlerini korumak için elinden geleni yapıyordu; kocasının nadiren de olsa eve gelip onunla aynı yatağı paylaştığı gecelerde, hala çaresizce ona sokuluyor, ona dokunmaya, hayat arkadaşının kalbinde bir parçacık da olsa ilgi, sevgi yeşertmeye çalışıyordu kendisine dair. Ama başaramıyordu artık. Adam karısının dokunuşlarıyla adeta buz kesiyor, hatta bazen sıcak demire değmiş gibi sıçrayarak yataktan çıkıp, ardından kapıyı bile kapatmadan koridorun karanlığında kayboluyordu. Ve sonra kadın o kadar çok ağlıyordu ki, adam yine o ezici vicdan azabını hissedip kendinden nefret ediyor, kendinden nefret ettikçe karısına karşı daha büyük bir öfke doluyor, sonunda da onu incitmek, canını yakmak için hissettiği delice arzuya yenilmekten korkarak ceketini aldığı gibi evden çıkıp gidiyordu. İki insan arasındaki, bir zamanlar neredeyse gözle görülür, elle tutulur hissi verecek kadar canlı bir sevginin, bir yanda yalnızlık korkusu, diğer yanda kibre yenilerek bu derece kokuşması ne acıydı…


Sonunda evlilik hayatlarının en gri, en kasvetli gününde, adamın ayrılık kararı salonlarının ortasına bir bomba gibi düştü, ama nedense sadece kadını yıktı. Adam onu aldatıyordu, kadın da bunu biliyordu değil mi? Şaşırmamış olması gerekirdi öyleyse. Adam ona uzun zamandır dokunmuyordu bile. Adam eve gelmiyor, onunla aynı sofraya dahi oturmuyordu. Adam onu uzun süredir sevmiyor, onun sevgisini de istemiyordu artık. Daha da önemlisi adam sevgilisini seviyordu, onun yanında mutluydu, onunla olmak istiyordu ve karısına kendini yetersiz hissettirmek istemezdi, evliliklerine dair gerçekten sorun ettiği bir konu da değildi bu ama… Adam artık ‘baba’ olacaktı.


Kocası işte bu nedenleri ruhsuz, duygusuz bir sesle, madde madde sıralarken, kadın duyduğu ve cevap veremediği her cümlede bir parça daha küle dönüştüğünü hissediyordu ellerinin ve kollarının, ayaklarının ve bacaklarının, aklının ve… Ve kalbinden geriye ne kaldıysa onun işte. Adam sözlerini bitirmiş, vicdan azabı çekmeme arzusundan başka hiçbir nedenle umursamadığı bir cevap bekleyerek kadına bakmaya başlamıştı. Gerçi artık vicdan azabı da çekmiyordu. Karısının sitemlerini duymak hiç cezbetmese de onu eskisi kadar ürkütmüyordu zaten. Sonuçta korkacak bir şeyi kalmamıştı artık. Metresi onu sakinleştirebiliyordu, tüm bunların onun suçu olmadığını fısıldıyordu kulağına ve daha da önemlisi; o artık baba olacaktı, aile kuracaktı, insanın ailesi için fedakarlık yapması gerekirdi; e bundan âlâ fedakarlık da olamazdı ya?


Kadın ise suskundu. Acıdan gövdesi ikiye bölünüyor, başını mengeneler sıkıyor, bir sürü küçük bıçak omurgasından parmak uçlarına kadar kesiyordu da bütün vücudunu, yine de konuşamıyordu. Salon büyüyor, kocaman oluyordu sanki; tavan yükseliyor, duvarlar uzaklaşıyor, yer bile ayaklarının altında derinleşiyordu ve kadın bir toz zerresi gibi kayboluyordu; üzerine büyük, kocaman gelen, ama buna rağmen onu sıkan, boğan giysilerinin içinde. Sonunda cevap veremeyeceğini, konuşamayacağını iyice anlayarak, kocasına acıdan kıpkırmızı gözlerle son kez bakıp odadan dışarı çıktı, kendini banyoya kilitledi. Boş küvetin içinde doğmaktan pişman bir cenin gibi kıvrılırken, adamın ne yaptığını, niye yaptığını artık bilmez bir halde, şaşkın şaşkın evden çıkıp kapıyı kapattığını duymadı.


Boşanma davası kısa sürdü, tek celsede ayrıldılar. Adam kendisini suçlayan olur korkusuyla kılıçlarını kuşanmış, metresi ile birlikte mahkeme salonunda hazırdı; ama kadın yoktu, ve zaten... kimse de adamı suçlamadı. Bebek mevzusu adamın ailesine, tüm çevresine yayılmıştı, metres kendini sevdirmeyi başaracak gibiydi, artık hiç kimse eski eşi umursamıyor, hatta adamı, karısını terk etmekte haklı bile buluyorlardı. Sonuçta o baba olmak istemişti. Kısır bir kadınla evli kalmasını kim bekleyebilirdi?


Ve işte bu gün, kadın sonunda boşanmış bir kadındı; parça parça yarılmış çorak bir toprak gibi verimsiz, gölgesinden başka yareni olmayan bir karaağaç gibi yalnızdı. Artık ‘eski’ sıfatını almış kocasının da çalıştığı iş yerinden istifasını o gün, mahkeme görülürken vermişti ve bir haftadır tek başına yaşadığı yeni evine gidiyordu şimdi; artık onun olmayan diğer evden olabildiğince uzağa.


Büyük bir kavşaktan, soluk, sarı ışıklarla aydınlatılmış, boş bir sokağa saptı. Saat sabahın ikisi olmuştu artık, etrafta tek tük insanlar ve arada bir geçen arabalardan başka biri kimse yoktu. Evler, apartmanlar uyuyordu, şehir sessizliğe gömülmüştü, çoğu ışık kapalıydı. Bir tek önünden geçtiği hastane uyanıktı; hastalıkların, yaraların, acının dehşetli canlılığı vardı orada. Kadın acı bir gülüşle baktı bu ışıklı binaya. İnsan, içinde yaşadığı halde, bedenini ne az umursuyor, ne az anlıyordu; ve beden, insanı ne çok kısıtlıyor, ne çok bağlıyordu. Etten kafesimize mahkum ve mecburduk, ama onun üzerinde gerçek bir tasarrufumuz yoktu. Ufak bir parçasındaki arıza ve yıllarca arzuladığın, uğruna çabaladığın tek ümidin, sahip olduğun her şeyi önüne katarak bir taşkın gibi akıp gidişi... Kadın derin bir iç çekti, araba ilerlemeye devam etti.


Başka bir sokağa saptı mavi araba, sonra bir sokak daha ve geniş bir bulvardaydı şimdi. Bu akşam nereye çıktığını umursamadan caddelere, sokaklara dalmış, eve gidiş yolunu uzatabildiği kadar uzatmış, amaçsızca araba sürerek saatler geçirmişti. Bir şey arıyor ya da buldukları ile vedalaşıyor gibiydi. Ama sonunda dönüyordu işte… Eve... Evine...


Birlikte belki de otuz beş yıl daha geçireceği kimsesizliğine…