"alışamadım dünyaya zulmünü nüfus ettirdiğinden "


Herkesin bir yazgısı var ve ben kendi yazgımı beş yaşında o balkonda otururken anladım. Şimdi ofiste bir başıma öylesine öldürdüğüm tüm vakitlerin afili katili olurken düşünüp durmaya epey bir vaktim oluyor. İnsan en çok ne hissettiğini unutmuyor. Anları, yılları, kişileri unutsa da o an oraya nasıl mıh gibi çakılıp kaldığını hatırlamaya zorlayarak sızlatıyor derin yaralarını.


Kendimi orta sonda inatla matematik yapsın diye gönderildiğim sınav dershanesinin en üst katından dışarı bakarken buluyorum mesela. Yalnızlığımla ilk yüzleştiğim an değildi ama tam bir dönem boyunca yaza yaza kalın kaplıklı bir defter bitirdiğim ilk mücadelemdi kendimle. Kendimden kaçmak isterken yine kendi kollarıma sığınmak. İşte yine aynı his;

İnsanlara bir türlü ısınamıyorum, onların keyfi, ruhsuz ve sahte mutlulukları arasında ezilen bir böcekten öteye gitmiyor duygularım. Samimi bir gülücük bulmak için çabalamıyorum da artık, onları böyle kabul ettim ve yalnızlığı bir urgan gibi astım boynuma.


İnsan gönüllü urganlar takabilmelidir hayatta. Dişlerini gıcırdatan bu keyif dünyasının içerisinde ruhsal tüm kusmalardan kaçabilmek için bu urganlar gereklidir. Dünyalığın karşısında durabilecek güçlü bir yürek olmanın ardında yatanda kişinin kendi urganına ne denli sadık olduğuyla alakalıdır.


Fakat gel gör ki insanlar uzun bir süredir kendileri dışında hiçbir şeyi düşünmez - ya da belki düşünemez -oldular. Kaygılarımız bizi gece nöbeti geçiren bir deli gibi boğup dururken yanı başımızda üşümekte olan bir çocuğu dahi göremeyecek kadar körelen gözlerden Allah'a sığınırım.


Bu denli sefil bir medeniyetin ortasında yalnız kalmak olsa olsa onurlu bir duruştan öteye geçemez belki ama gene de bir yerlerde insanın sosyal bir varlık olduğuyla yüzleşmek zorunda kalıyoruz.


Bazen filleri yenen ebabilin soyundan gelmeyi dilerken buluyorum kendimi, insan soyu inanılmaz perişan ediyor beni.


Yaşıyoruz işte,

Buna da yaşamak denir mi?