—Boğa heykelini gördükten sonra sağa doğru kaptırırsanız Moda’ya ulaşacaksınız.

Yolumuza gülüşerek devam ettik. Bilmem ne vakfının yapmış olduğu caminin hemen yanındaki binaya afişe edilen bir stand up tarzı programın reklamını gördüğümüzde bu konu üzerinde tartışmaya karar vermiştik.

—Abi, ben izledim birkaç bölüm de beni sarmadı bu ya.

—Sarmaz tabii amına koyayım, toplumun gülmeye ihtiyacı olduğu için kim ben komedyenim diye çıksa basıyor kahkahayı. Zaten iki üç bölümü tutarsa millet sürü gibi kaptırır gider. Gülmeyeceği şeylere gülmeye başlar, belki de zoruna giden şeylere.

—Haklısın abi, acaba Bukowski bir bar çıkışı bunun reklamını görüp gidip katılsa bunun hakkında nasıl bir şey yazardı sence?

—Bukowski oraya harcayacağı parayı içkiye harcardı diye düşünüyorum ben ama muhtemelen harcasaydı şöyle bir şey çıkardı bence ortaya: Barda kafayı çektikten sonra etrafı biraz dağıttığım için dayak yemeden kendimi dışarı atmayı başarmıştım. Yolun karşısında meddah benzeri bir tipin yalnızca 2 dolara bizi gülmekten yerlere yatıracağının garantisini vermesinin ardından bir uğramaya karar verdim. İlk 15 dakikadan sonra gelen bıkkınlık hissine köşede oturan sarışın, orta yaşlarda, vücudunu zar gibi sarmış siyah elbisesiyle bacak bacak üstüne atmış ve bu arada da ayağını sallayan (Ayaklarında topuklu olduğunu belirtince ikimiz de güldük.) hatun için dayanmaya çalışıyordum. İyi parçaydı. Ona birkaç içki ısmarladıktan sonra havadan sudan konuşmaya başlayıp onu eve götürmeye ikna ettiğimde kapıdan çıkarken:

—Gösteriyi nasıl buldun canım?

—Bu kadar sik kırığının böyle bir mekânı doldurmasına şaşmamalı. Tüm paramı otuz sentlik gofrete ve içkiye vermeyi planlıyordum ancak son anda kararımın değişmesiyle gösteriye girmem ikimizin bir araya gelmesini sağladı. Bunun için minnettarım o sik kırığına.


Tespitimi yerinde bulup beni gülerek onayladı. İkimiz de muhtemelen böyle olacağını düşünürken yol boyunca dizilmiş sokak sanatçılarını gördük. Hepsi ayrı telden müzikler çalıyor, kimisi Azrail gibi bir elbise giymiş kukla oynatıyordu. Müzik çalan uzun saçlı bir çocuğun yanından geçerken çıkardığı “AAAAAAAAAAAAAAAH’’ sesi kulağımı neredeyse kaybetmeme sebep olsa da dönüp bir bakış atmaktan ileriye gitmemişti isyanım. Çocuk, yaptığı şeyin gayet normal ve gurur duyulacak bir şey olduğu edasıyla gökyüzüne bakmaya ve boktan sesiyle bağırmaya devam ediyordu. Bir sürü kıraathaneye de rastladık. Bu mekânlar sanki özenli olarak köşe binaların dükkanlarına kurulmuş mekânlardı. Morukların yüzünde ne bir mutluluk ne bir yaşama sevinci kalmıştı. Acaba kaç tanesi yaşıtlarının dünyayı gezdiğinin farkında ve bunun hakkında düşünebiliyordur? Yol boyunca güzel muhabbetimize devam ederken rastladığımız üçüncü veya dördüncü tekelden biralarımızı çerezlerimizi kapıp yolumuza devam ettik. Moda tabelasını gördükten sonra aşağı doğru yürümeye başladık. Dostum yanında İtalyan purosu da getirmişti. İtalyan purosunu tatmalıydım. Bir an önce şu yere varsak da İtalyan purosunu içsek diyordum. Kadıköy Spor Kulübünün yanından geçtikten sonra sonunda parka ulaşmıştık. Parkı zirveden görebiliyorduk. Parka girmeden duvarların üstünde biralarını içen birkaç moruğa rastladık. İkimizin de ortak olarak fark ettiği şey kimsenin bira dışında başka bir şey içmemesiydi. Gerçi bir biraya yirmi sekiz buçuk lira verdikten sonra içmeye meyillinizin kalmadığını da ayrıca belirtmek isterim. Parka girdikten sonra sonlara doğru yürümeye koyulduk. Bazı cin tipliler parka saatler öncesinde gelmiş, zaten sınırlı olan masaları kapmışlardı bile. Hepsi sanki toplarının büyüklüğüyle övünüyormuş gibi oturduğu yerden biz geçerken gözlerimizin içine bakıyordu içkilerini yudumlayarak. Kısa bir yürüyüşün ardından arkadaşıma parmağımla otluktan oluşan bir tepeliği gösterdiğimde oraya yaklaşık 2 metre uzaklıkta olan bir kız grubundan kiloca bütün modanın tekelini oluşturmuş bir kızılın:

—Ay kanka çocuk bizi işaret etti, dedim noooluyooo, dediğini ikimiz de işitmiştik. Ben gülümseyip önüme bakmama rağmen arkadaşım bunun üstüne çok kızmış olacak ki (Günün ilerleyen saatlerinde de sık sık bunu dile getirecekti.):

—Orospuya bak, kendini dünyadaki tek kadın sanıyor herhalde. O grupta bile 10 kişi varsınız. Rahibe Teresa gibi davranmaktan başka bir sik bildiğiniz yok.

—Sakin ol kanka, günümüzü birkaç cilveli hatun için bok mu edeceğiz, gül geç işte…

Nihayet uzun bir yürüyüşün ardından kendimize uygun bir yer bulup oturduk, beklenildiği üzere puromuzu yaktık ve biralarımızı soğumadan içmeye başladık.

—Sen de Fidel’e benzedin amına koyayım he.

—Ah hahahaha.

İki arkadaşın daha katılımıyla olduğumuz yerden taşlıklara geçme kararı aldık ve orada biraz sohbet ettik. Biralarımızı yudumlarken konuştuğumuz şeyler genelde siyasi idi. Artık siyasetin hayatın her yerinde olduğu gerçeği herkesçe sindirilmişti. Yapmak istediğiniz ne olursa olsun, ucu siyasete bağlanıyordu. Örneğin bira aldığınız tekelde yirmi sekiz buçuk lira cevabının üstüne:

—Bir bira istedik amına koyayım, canını veya götünü değil.

Demek geliyor içinizden fakat bunu yemeniz gereken yerlerde yiyip yutuyorsunuz. Oradaki adamın da bir emekçi olduğu geliyor aklınıza, yirmi sekiz buçuk liranızı cüzdanınızdan çekip gözden çıkarmışçasına atıyorsunuz masaya. Sarhoş olmaya başlamıştım. İki sallandığımı gören arkadaşım:

—Kayalardan uzak dur amına koyayım, bir de senin cesedini bulmaya uğraşmayalım.

Hepsi yüksek seslerle gülerken alınmıştım biraz. Yanımızdaki iki kişilik kız grubu da kalkmaya hazırlanıyorlardı. Birinin elinde Orhan Veli’nin şiir kitabı vardı. En sevdiği şair olmalıydı çünkü onu duygu dolu bir yüzle okurken fark etmiştim. Yanındaki kızsa kafasını iki elinin arasına almış denizi seyrederken. Biz de işemek ve diğer işlerimizi halletmek üzere belediyenin konteynerine doğru bir yürüyüşe çıktık, birimiz aramızdan ayrılıp takımının maçına gitti ve biz de Moda’nın gecelerine akmaya karar verdik. Hangi mekâna girmeye kalksak “Damsız almıyoruz kardeşim.” uyarısıyla karşılaştık. Aramaya devam ederken bu duruma güzelce bir sövsek de aslında böyle bir şeyin gerekli olduğu kanısına varmak hepimizi düşünceli bir hale soktu. Sonunda içeceğimiz mekânı bulmuştuk. “Tekila Shot 19 lira!’’ yazısını görünce ve mekânın bahçesinde yalnızca morukların oturduğunu fark edince içimiz rahatladı. Gerçi bundan bir önceki mekân oldukça iyiydi ve üç katlı dev bir mekandı fakat biranın elli sekiz lira oluşu hepimizi biradan daha soğuk bir hale getirmişti. Ortamın kötü olduğunu yüksek sesle söylenerek kalkmıştık. Hafif sarhoş olduğumuzdan da mekândan çıktığımız gibi kahkahalar almıştı bizi. Moruk mekanının üçüncü katında yol üstünde bir masaya yerleştik. Ortam korku filminden fırlamış gibiydi. Her ne kadar duvarları daktilolar, çevirmeli telefon tarzında lambalarla süsleseler de sarhoş olduktan sonra böbreğinizin alınacağı düşüncesi kafanızdan çıkmıyordu. Her yerde üstünde ne olduğu yazmayan kapılar vardı. Biz geldiğimizde boş olan mekân (Karşımızda sadece yemek yiyen ve bira içen iş arkadaşları, iki kız bir erkeğin olduğu bir grup ve sevgililerin olduğu masa…) birden dolmaya başlamıştı. İçkilerimizi içmemizin ardından mekândan da umduğumuz elektriği alamayınca oradan çıkıp evin yoluna koyulduk. Metrobüse gelmeden iki kişi kalmıştık. İkimizi de araçta uyku bastırmışken bana gelen bir mesaj ikimizi de hoplattı. Eski bir arkadaşımdan gelen bu mesaj ve onun getirdiği güzel duygular, uykumun en azından eve gidene kadar bir problem teşkil etmemesini başarmıştı bile. Eve vardığımda evde kimse olmadığını anlayınca gayet rahat bir ruh haline girip kendimi yatağın üstüne bıraktım ve o günü yeniden gözden geçirmeye başladım.