İç Ege, uzun süredir detaylıca ziyaret etmek istediğim bir bölgeydi. Kısa süre önce kabataslak bir rota belirleyerek Bursa'dan yola çıktım ve Frig Vadisi boyunca yol aldım. Yanıma aldığım çadırla dilediğim yerde konaklama özgürlüğüne sahiptim.

Araçla çıktığım yolculukta sık sık durdum ve rotamı esneterek kahverengi tabelalar vasıtasıyla tarihi yerler kadar küçük sevimli kasabalar da keşfettim.

İlk olarak Kütahya'da durdum. Macar Evi olarak bilinen tarihi ahşap bir Türk tipi evini görme fırsatım oldu. Lajos Kossuth adında bir Macar avukat, 19. yy'da Macaristan bağımsızlık hareketine kalkışmış ve Avusturya'ya karşı başarısız olunca Kütahya'ya kaçmış. Macaristan Anayasa Tasarısını bu evde kaleme almış. 1851'de bir Amerikan gemisiyle de ülkemizden ayrılmış. Ev, günümüzde müze olarak kullanılmaktadır ve bahçede Kossuth'ın heykeli bulunmaktadır.

Arada birkaç yeri de gördükten sonra Afyon'a hareket ettim. Afyon, neredeyse her ilçesinde antik kent kalıntıları barındırmasıyla açık hava müzesini andırıyor. Helen, Roma ve Bizans kültürlerine ait izlerin birçoğu keşfedilmişken, keşfedilmeyi bekleyen de bir o kadar yeri var. Antik çağ kadar Kurtuluş Savaşı için de bir hayli önemli bir merkezdi. Kocatepe'de bir gece konaklayıp sabaha karşı sisli havada tepeleri ve Kalecik sırtlarını izlemek insanı duygulandırıyor. Güneş yeni yeni doğarken sisli havada tepelere dikkatli bakınca yürüyüş ve hücum seslerini duyar gibi oluyorsunuz.

Vaktin biraz daha geçmesini bekleyip Zaferyolu'nu takip ederek bir köye geldim. Kahvehanede kahvaltı yaptıktan sonra Şuhut ilçesine vardım. Burada koruma altına alınmamış Synnada olarak adlandırılan antik kent kalıntılarını inceledim. İlçenin belediye parkı sınırları içerisinde, bahçeye dağılmış biçimde lahitler, mezar taşları, sütun parçaları mevcut. Herhangi bir görevli veya bilgilendirici bir yer yok. Ziyaret ederken bunu göz önünde bulundurun. Fakat Atatürk Evi, görülmeye değer. Taarruzdan bir gece evvel harekat planının gözden geçirildiği konak, günümüzde ücretsiz şekilde müze hizmeti veriyor. Maneviyatı kadar evin yapısı ve eşyalar da geleneksel kültürümüzü oldukça güzel yansıtıyor.

Birkaç ziyaret daha yaptıktan sonra Sandıklı ilçesine hareket ettim. Burayı da gezdikten sonra ilçe halkı sayesinde varlığından haberdar olduğum Akdağ Tabiat Parkı'na geçtim. Burayı oldukça beğendiğimi söylemeliyim. Varana kadar virajlı bir yolu çıkmak gerekse de buna değiyor. Oldukça büyük mera alanlarına sahip alanda ahşap evler kadar kamp atmaya müsait yerler de çokça mevcut. Ben, insanlardan uzak göl kenarında sakin bir yer buldum ve güneş batmadan yerleşerek ateşimi yaktım. Kısa bir keşif turundan sonra manzara eşliğinde dinlenmeye daldım. Girişi ücretsiz bu alanda içme suyu için çeşme mevcut. Market olsa da kapalıydı. Tuvaletler umumi olduğu halde oldukça temizdi. Buraya gelmeyi düşünenler, yiyeceklerini önceden tedarik ederse herhangi bir problemle karşılaşmaz. Bıraktığım görsel de sabah kalktığımda gördüğüm manzaraydı. Yaz ortasında uyku tulumu içerisinde hafif bir üşümeyle uyanmak harika ve tanıdık bir duygu. Çünkü çocukluğumda köydeki evimizde sabah 6-7 gibi kaldırıldığımda da benzer soğuğu hissederdim. Bir süre böyle kalıp doğaya kulak verdiğimi anımsıyorum. Tatil ya da boşluk adına ne derseniz artık gibi dönemlerde sahiller kadar böyle yerleri de ruhun görmeye hissetmeye hakkı var.

Buranın keyfini doya doya çıkaramadıktan sonra Denizli'ye geçtim. Şehir merkezini biraz turladıktan sonra Traverten, Hierapolis ve Laodikeia'yı ziyaret ettim. Her antik kent, bir tam günü hak ediyor. Hierapolis'in tiyatro kalıntıları dışında tepede yer alan kilise ve diğer yerleşim alanları uzun süre ziyaretçi çekmemiş. Civardaki otların, dikenlerin büyüklüğü ve tahrip olmamasından bu anlaşılıyor. Kiralanan küçük araçlar tiyatroya kadar çıkıyor ve insanlar da sanırım uzak olduğunu düşünerek tepeye tırmanmıyor. Oysa, Hz. İsa'nın 12 havarisinden biri olan Aziz Philippus, belirttiğim tepede öldürülmüş. Roma'nın Hristiyanlığı kabul etmesiyle de kent hac yeri olmuş. Dini bakımdan oldukça önemli bir merkez Hierapolis. Bizans dönemiyle de tam bir dini merkez haline geliyor. Bergamalılarca kurulmuşsa da altın çağını Roma döneminde yaşadığı kalıntılardan anlaşılıyor. MS 60 yılında yaşanan deprem Helen izlerini neredeyse tamamen yok etmiş. Gerçi Neron döneminde de büyük bir tahribe uğramışsa da kent tekrar yenilenmiş.

Aziz Philippus’un mezarının olduğu yerden tam karşıya bakarsanız Laodikeia'yı rahatlıkla görebilirsiniz. Laodikeia ve Hierapolis arasında tarihte mevcut olduğu yazılı bir göl varmış. Günümüzde yok. Laodikeia, bu göle hakim noktada yer alıyor. Antik tiyatronun vadiye bakan bir taşına oturup etrafı incelerseniz şehrin stratejik konumunu daha net anlayabilirsiniz. Laodikeia'yı önemli kılan bir diğer unsur da Anadolu'nun en büyük stadyumuna sahip olması.Tiyatro kalıntıları, Hierapolis gibi ayakta kalmasa da gerçekleşecek kazılarla aslına uygun yapılabilir. Bu haliyle de depremin yıkımını anlayabiliyor insan. Bunun dışında sur kalıntıları oldukça belirgin ve Agora tavan hariç ayakta denebilir. Sütunlar arasında ilerlerken elinizi havuza sokuyorsunuz ve bir dükkandan seslenen mücevherci size parçalarını göstermek istiyor. Kulak asmadan ilerlemeye devam ediyorsunuz. Hierapolis caddesine girince biraz ilerleyip sola baktığınızda at yarışı kulüplerinin kaldıkları binadan gelen sesleri duyuyorsunuz. Devam ettiğinizde tekrar solda sizi bu sefer büyük bir kapı karşılıyor. İçeriye göz attığınızda heybetli bir heykel size bakıyor ve tapınakta buluyorsunuz kendinizi. Laodikeia da Bizans için oldukça önem arz eden bir kentmiş.

Burayı bir günde anca bitirdikten sonra konaklayıp ertesi gün Tripolis'e geçtim. Tripolis kazısı daha bitmemiş ve bu haliyle de görkemini anlamak mümkün. Kalesi, sütunlu caddesi, agorası, mahzeni andıran dükkanı, heybetli sütunu, çeşmesi ve tabanında mozaik bulunan villasıyla antik çağın zengin şehirlerden biri olduğunu belli ediyor. Deprem, burayı da vurmuş ve şehir 11.yy'dan itibaren kalıntı olarak varlığını sürdürmüş.

İç Ege, bende yarım kalmış bir rota oldu. Elime geçen ilk fırsatta tekrar bu bölgeyi daha kapsamlı ziyaret etmek istiyorum. O zamana antik şehirlerin kazıları da derinleştirilmiş olur belki. Yaşadığımız coğrafya, oldukça zengin kültürel değerler barındırıyor. İmkanımız vaktimiz varken gezip görmek gerektiğine inanıyorum. Irak'ta Suriye'de yerle bir edilen antik şehirleri görünce ülkemdekilere sahip çıkma isteğim daha da artıyor. Bu güzellikleri ve mirası, bizim kadar gelecek nesillerin de görmek hakkı. Her fırsatta tanıtmalı, ziyaret etmeli ve kültürel değer bilincinde olarak sahip çıkmalıyız.