"İnsan hakları" dediğimiz kavram hayatımızın en temel yerinde, merkezinde duruyor olmalı şüphesiz. Evrensel kabul edilenlerin başlangıç noktalarını ezbere bilme oranının fena olmadığı memleketler var elbette dünya üzerinde, doğuştan gelmeleri, din, dil, etnik köken, cinsiyet vs. ayırmadan herkes icin geçerli olmaları gerektiği noktaları vs...


Hayatımızın temelinde durmalı diyoruz ya, öyle bir temel ki bu, hem attığımız her adımda başkalarının sahip olduğu haklara haksızca müdahale etmek konusunda süperegomuza (ya da vicdanımıza, kolektif bilincimize her ne dersek) sıkıntı çıkarmayacağız, hem de kendi sahip olduğumuz haklarımızı kullanırken içgüdüsel arzularımıza yokluk çektirmeyeceğiz. Hem devletin, sivil toplum kuruluşlarının bunları gözetip korumasına yardımcı olacağız, hem de onların tahakkümlerine girmeyerek kendi irademizin yok sayılmasına izin vermeyeceğiz.


Haklar konusunda çıkış yerimiz "saygı" olabilir sanki. Bu saygı dediğimiz mefhumu davranışlarımızın güçlü bir motivasyonu olarak alırsak, karşılaştığımız sorunların çok büyük bir çoğunluğu çözülecek ya da öncesinde engellenecek herhalde [Hayır yahu nereden çıktı 'Özellikle bizim gibi toplumlardaki ihtiyaç' falan (!)]. Buradan başlayan anlayışlar, hakları yerleştirmeye de, yaşatmaya da zemin hazırlıyor diyebiliriz. Tersinden görmeye çalışıp, haklar var olduğu için bu haklara saygı duyulmalı gözüyle bakarak bunun açık bir korelasyon olduğunu da iddia edebiliriz sanırım. Sağlamasını yapmak istersek de, tabii ki saygının belirgin, koyu renklerde olduğu coğrafi alanlar, hakların tanınıp yaşatıldığı yerlerle de farklılık göstermiyor (Yalnız derdimiz neden belli coğrafyalarda sıkışıp kalmalarına alışmak yerine evrensellik olmasın?).


Bir de şöyle düşünelim: Bir insanı öldürmeye karşı yaşama hakkına saygı; cinsel ya da fiziksel bir saldırıya karşı bedensel bütünlüğe, psikolojik sağlığa, özgürlüğe saygı; işveren için çalışanın yaşamsal faaliyetlerine saygı; ikili ilişkilerde kişisel zamana, kişisel alana saygı... Evrensel insan hakları dediğimiz bütünün de bu kabullerin total bir paket halinde tasarlanıp soyut ya da somut bir levha olarak asılması olduğunu düşünebiliriz belki de.


Değinmek istediğim bir diğer mesele, "hak" kavramının "özne" ile olan zorunlu ilişkisi. Bir şeyin hak olabilmesi için, ancak o şeye sahip olanın bir özne olması gerekliliği meselesi. Buna müteakiben de özne oluş üzerinden kazanılan hakların gerçekliği, tepeden indirilen, belki "sözde haklar" diyebileceğimiz lütuflarin yapaylığı. Sanırım bu kriter, hakkın elde edilişindeki mücadeleyi teorik düzlemde de gerekli kılıyor. İngiltere'de yıllarca kürtaj hakkı için mücadele eden kadınların ellerinden bu hakkın alınamayacağı gerçeği gibi mesela...