Galip Çağ ile Nurettin Topçu Üzerine Söyleşi



Konuşan: Hatice Aktepe

“Hür ve kuvvetli olan insan yırtıcı değil, yaratıcı olan insandır.” 

Hangi şartlarda olursak olalım; yıkıcı olmanın bir şeyler üretmekten kolay olduğu ve her yanımızın enkazlarla dolduğu bu çağda, emeğin, üretimin, yaratıcılığın gücüne inananlardanım. Belki de bu sebeple “Var Olmak” adlı kitabında Nurettin Topçu’nun bu cümlesinin altını çizmiştim. Bu cümle Nurettin Topçu’nun dünyasına açılan kapıdan içeri girmemi sağladı. Belki tesadüf belki de o kapıdan içeri girmiş olmanın neticesi midir bilinmez, kıymetli hocam Galip Çağ’ın oldukça ilgi uyandırdığını ve uyandırmaya devam edeceğini düşündüğüm “Izdırabın Dili/Nurettin Topçu’yu Anlamak” kitabını elime aldığımda -sanırım kitabın isminden hareketle- Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanında geçen ifadeleri yankılandı zihnimde:

“Iztırap günlük ekmeğimizdir, ondan kaçan insanlığı en zayıf tarafından vurmuş olur; ona en büyük ihanet, ıztıraptan kaçmaktır.”

Edebiyat, sanat, sosyoloji, felsefe konularında kendi topraklarımızda yetişmiş mütefekkirlere olan özlemle çıktığım bu yolculuğu Galip Hoca’mla kitabı üzerine söyleşerek zenginleştirdim ve bu yolculuğu sizlerle de paylaşmak ve istifadeyi artırmak istedim. İlginize sunuyorum.

***

H.A.: 2020 yılı Mayıs ayında Otorite Kitap’tan piyasaya çıkan “Izdırabın Dili/Nurettin Topçu’yu Anlamak” adlı eserinizle okuyucuyu Nurettin Topçu’nun düşünce dünyasına davet ettiniz. Yaptığınız söyleşi ve yazdığınız yazılarda sıklıkla atıfta bulunmanız, aslında bu kitabın geleceğine dair güçlü sinyaller veriyordu. Oldukça zengin bir düşünce dünyasının kapısını sizin rehberliğinizle açmak büyük ayrıcalık! Topçu’yla ve onun düşünce ufkuyla ilk tanıştığınız, keşfettiğiniz zamanı bize anlatır mısınız? 

G.Ç.: Öncelikle iltifatlarınız için çok teşekkür ederim, asıl ayrıcalık bir yazarın eserini anlatabileceği nitelikli suallerle muhatap olabilmesi… Soruya gelince, buna tam bir tarih veremesem de sanırım 1997-1998 yıllarında üniversite hayatımın en sıkıntılı dönemlerinde tanıdım. Bu dönemde taşradan Ankara’ya gelmiş bir genç olarak oldukça yabancı kaldığım bir ortamda kitaplar çokça rahatlatmıştı beni. Bu dönemde madden iyi durumda olmadığım için sıklıkla gittiğim üniversite kütüphanesinde okuduğumu hatırlıyorum ilk kez: “Var Olmak” Tabii Topçu’ya böyle en hayat acemisi halde iken intikal etmek kolay değildi ve yeniden tanışmak için epeyce beklemem gerekti. İkinci büyük buluşma da 2010 yılında… O dönem de yine sıkıntılı bir evresinde idim hayatımın. Bu kez de metropolden taşraya geçiş söz konusu idi. İşte o evrede tüm külliyatı adeta yer gibi okuduğumu, notlar aldığımı, sürekli de anlattığımı hatırlıyorum. “Büyük Fetih” de bu ikinci başlangıcın mihenk taşı idi. Sonrası geldi zaten. Okurken mi yazdım, yazdıkça mı okudum, onu tam tayin edemiyorum ama…

H.A.: “Var Olmak” benim de kendisiyle ilk tanıştığım eserdir. Bu anlamda benzer bir tanışma… Peki, kitabınızda ilk sayfalarda geçen “Kendini anlatmayan ve katmanlardan oluşan bir tefekkür dünyasına sahip münevverlere dair metinler” ifadesinin altını çizmişim. “Var Olmak” kitabını okurken buna benzer bir duygu hissetmiştim. Ortaya koyduğu düşüncelerin anlam katmanlarında gezinmek insanın düşünce dünyasını beslediği kadar yoruyor da. Kolayca okuyup bir kenara konacak metinler değil. Bu durumda onca metni taramak, anlaşılır hale getirip bu konuda okura rehberlik yapmak oldukça zor olmalı.

G.Ç.: Topçu okumanın zorluğu, ilk andan itibaren yüzünüze vurdukları ile başlıyor bence. Çoğu zaman da cepheden bir hesaplaşma ile yüz yüze bırakıyor sizi. Böyle olunca mutsuz oluyorsunuz gibi. Açıkçası benim de bu yüzleşmeden çokça yorularak çıktığım bir gerçek. Kendime kızdığım, ben de böyleyim; evet dediğim, geçmişimdeki birçok tecrübeye sitem ettiğim zamanlar olmuştur. Sonra garip şekilde bunları anlatma isteği hâsıl oldu, bilhassa da gençlere… Bunun da bir sebebi var aslında… Topçu okumaya başladıktan sonra bazı konularda analizler okumak istedim. Araştırdım da. Lakin karşıma ya spekülatif konulara dair analizler ya da doğrudan zaten onun anlattıklarının özetleri çıktı. Böyle olunca kendim bazı tahliller yapmak istedim. Ama seçimlerimi çok ters köşe seçtim. Yani Topçu hatıram yok benim elbette, anlatamam. Ama dedim ki, o zaman gençlere Topçu’yu tanımak yerine belki anlamak konusunda yardımcı olabilirim Ve farklı vesilelerle Topçu yazıları yazmaya başladım. Hiç unutmam; bir Topçu programında konuştuktan sonra, öğrencilerinden kıymetli Ali Birinci Hoca’nın nerede ise hayıflanarak “Keşke Topçu’nun üslûbuna dair bir yazı yazsan!” demesi, başka bir programda da Taşralı’ya dair bir bildiri sunduktan sonra İsmail Kara Hoca’nın “Keşke Reha’ya dair de bir yazı yazsan!” demesi… Yani özetle Topçu’nun anlaşılması için birilerinin yorulması lazımdı sanırım. Ben yoruldum mu? Evet. Lakin asıl yorucu olan neredeyse tamamı bir hâzirûn önünde sunulan bu metinlerin tuhaf bir şekilde kabullenilme sorunu oldu ki o da başka bir dertleşmenin konusu olsun.

H.A.: “Yıldırım’ın Huzurunda” öyküsü Topçu’nun “atasıyla” arasında geçen bir dertleşme. Neden Yıldırım’ı seçtiğine dair ayrıntıları kitabın ilerleyen bölümlerinde açmışsınız. Peki, bir tarihçi olarak dertleşme şansınız olsaydı siz kimi seçerdiniz? 

G.Ç.: Kastedilen eğer bir Osmanlı padişahı ise ben I. Mehmet (Çelebi) derdim sanırım. Zira babası Yıldırım sonrasında kardeşleri ile yaşadıkları, her birinin kaybı ve hüzünlü bir şekilde Bursa’da definleri, bir devlet için bir ailenin içine düştüğü bu yıkım, çok canımı yakar. Bu yüzden de Bursa’ya her gittiğimde Çelebi Mehmet’in sandukası önünde bir süre otururum ben de. Tuhaf ve hüzünlü bir hikâye…

Kastedilen bağımsız bir karakter ise tarihten, tercihimi yakından yapar ve Aliya İzzetbegoviç derdim. Ve uzun uzun konuşmak, bir sürü de soru sormak isterdim. Onun da kabrine birkaç kez gitmek nasip olmuş idi ve bunları maneviyatına sormuştum. Cevapları da bende kalsın şu an.

H.A.: “Bir felsefeci olmasına rağmen sadece soruların ardına sığınıp yeni gayya kuyuları inşa etmez zihinlere. Çıkışı da ışığı da göstermekten geri durmaz.” Bu bir anlamda felsefenin temel yapısına ters bir durum değil mi? Biliyoruz ki felsefe cevaptan ziyade soru sorma eylemine yaslanır. Çıkış ve ışıkla ilgilenmez. Bir başka bölümde de “Çok fazla soru sormak çok fazla konunun ortaya konması demek.” ifadesiyle bir anlamda çelişmiyor mu?

G.Ç.: Bir felsefeci değilim ve felsefenin sorularla ilişkisi konusunda bu şekilde bir hüküm veremem sanırım. Ama buradaki ifadenin de bir çelişki doğurduğunu düşünmüyorum. Çünkü Topçu sorumluluğu olan bir aydın… Teklifleri olan, yollar gösteren, tenkidi ile tahrip etmeyen bir düşünür... Belki de bu yüzden doğrudan cevaplar vermese de sordukları ile çokça cevaptan daha fazla ışık verir etrafına. Bu manada felsefenin özü ile çelişen bir tarzı olduğunu düşünmüyorum sanırım.

H.A.: Nurettin Topçu denince akla gelen ilk kavram “İsyan Ahlâkı.” Ruhlarda bir Rönesans başlatacak olanın isyan olduğunu söylüyor. Toplumsal yapıyı düşünürsek ufukta bir Rönesans görüyor musunuz?

G.Ç.: Buna toplumsal yapıdan çok zihinsel yapıya bakarak cevap veriyorum: Hayır!

Ne kadar becerdiğimi bilemesem de bir akademisyenim ve tarih dersleri veriyorum. Bu derslerden biri de Yeniçağ Avrupa Tarihi… Dersin içeriğini Avrupa Reform Tarihi olarak kurunca anlatıyı da Luther’in hikâyesine odaklıyorum. Bu dersi ne zaman anlatsam şunu fark ediyorum: Avrupa’nın Rönesans’ı ancak Katolikleşme ve kazanç dindarlığından kurutulunca gelmiş. Yani Hus, Luther ve diğerlerinin evvela zihinlere bir taarruzu var; silkelemek, ters döndürmek ve düşündürmek için. Bireyciliği güçlendirmek adına muazzam bir çaba var. Dolayısıyla bana göre bizim sorunumuz toplumsal yapıdan çok toplumsallaşmada. Bu bizi uyuşturuyor gibi. Elbette bizim kendimize yaptıklarımız varsa da bu durumun planlı bir proje olduğunu da düşünüyorum. Ve karamsarlığımın kaynağını nasıl tarihçiliğime bağlıyorsam umudumu da tarihçiliğime bağlıyorum. Uzun sürecek belki ama bir düzelmenin de yaşanacağına dair beklentim var. Sadece cesur olmak, isyan etmek ve hamleli yaşamak şart!

H.A.: Kitabın ikinci bölümünde Topçu Bey’in edebiyat, sanat ve estetikle ilgili bakışı yer alıyor ve Sabahattin Ali’ye olan hayranlığı ön plana çıkıyor. Farklı cephelerde olmalarına rağmen düşünce ufkunda kesiştikleri birçok noktayı dikkatimize sunuyorsunuz. Kendisinden yer verdiğiniz “Sanatkârın ebediliği elde edip de sanatın bir dua ve hilkate sonsuz şükran halini aldığı bu kurtarıcı sonsuzluk ancak en büyüklerin ulaşabildiği bölgedir.” cümlesi de bana Tarkovski’nin “Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir.” sözünü hatırlattı. Hatta kitabın üzerine not almıştım. Böylelikle bunu da eklemiş olayım.

Bölümü bir soruyla sonlandırmışsınız. Şimdi ben de o soruyu size sormak istiyorum: Sabahattin Ali ve Nurettin Topçu neden okunmalı?

G.Ç.: Bana göre ikisinin iki ortak noktası var: Bu ülke için ızdırap çekmeleri ve Anadolu’ya duydukları muhabbet… Cemil Meriç’i de analım. Bu ülkenin fikir çilekeşi olan büyük düşünürün herkesin zihninde olan bir temennisi/serzenişi vardı. “Bir çağın vicdanı olmak isterdim.” diyordu. “Bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin… İdrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim; kelimeden, sevgiden bir köprü…” Ben hem Topçu’yu hem de Sabahattin Ali’yi bu konuda birer köprü gibi gördüm hep. Sabahattin Ali, yeri geldiğinde cepheden muhalif tavrına eklediği Anadolu öyküleri ile içimi burkarken Topçu’nun da eserlerinde anlattıkları ve Anadolu’ya dair fikirler çok örtüştü zihnimde. Bu yüzden klişe söylem ve tanımlara esir ettiğimiz Anadolu gerçeğini Topçu’nun ifadesi ile Anadolu toprağına en çok yaklaşmış bu iki adam gözü ile okumak bu ülkeye yapılacak en büyük iyiliklerden…

H.A.: Sabahattin Ali’ye dair bir kitabın da yola çıkabileceğini hissediyorum. Umarım yanılmıyorumdur. Devam edersek Topçu’nun en karakteristik özelliği bilindik tanımları, bilmediğimiz yönleri ile ele alması gibi duruyor. Yazılarına çoğunlukla tanımlarla başladığını biliyoruz. Tarihsel ya da sosyolojik olgulara da yasladığı bu anlatım biçimi sizce de biraz fazla karmaşık ve kapalı değil mi?

G.Ç.: Öncelikle bu ona has bir durum değil. Zira Cemil Meriç de isim cümleleri ile örer eserlerini. Bunun bence iki sebebi var. Birincisi Topçu’nun yozlaşmış, dejenere olmuş, dönüştürülmüş ve manasını yitirmiş kavramları yeniden tanımlamak zorunda hissetmesi ki büyük ölçüde haklı olduğunu düşünüyorum. İkinci nokta ise Topçu’nun bir öğretmen olması ve hayatı boyunca da böyle kalması... Öğretmenlik, belki bugün artık böyle olmasa da zamanla bir fıtrat haline gelir. Öğretmek, bazen olmayacağını bile bile düzeltmeye çalışmak görev haline gelir. Bir duruş hatta… Böyle olunca Topçu Bey de eserlerinin birçoğunda iki özelliğini birleştirerek tanım cümlelerine başvurur. Karmaşıklık ve kapalılık meselesi biraz bugüne dair bir anlayış gibi duruyor. Alışık değiliz böyle metinlere. Uzun süredir de gelmiyor. Açık, doğrudan söylenen, basitleştiren, kırmayan, dökmeyen hatta rahatsız etmeyen sözlerle hayatı inşa etmek, değiştirmek mümkün değil. Ben açıkçası aksine çok açık ve dürüstçe bulurum bu üslûbu. Sanki dolandırmadan, yakın bir dost gibi, acı ama doğru sözler.

H.A.: “Ne Okurdu?” bölümünde Topçu’nun Dostoyevski’yi psikolojik realizm açısından çok beğendiği ve bu türün bizdeki temsilcisi olarak Peyami Safa’yı gördüğünü yazmışsınız. Sizin bu konudaki fikriniz de bu yönde mi? Başka yazarlar da var mı aklınıza gelen?

G.Ç.: Elbette benim bu şekilde bir kıyas ya da benzetme yapmam mümkün değil. Haddim hiç değil. Ama bunu bir okuyucu olarak cevaplamam gerekirse açıkça ifade edeyim ki Safa, Dostoyevski’den çok fazla etkilenmiş bir yazar. İyi bir okuyucu Dostoyevski okuduktan sonra Safa okursa zaten bunu anlar. Bununla birlikte şahsi fikrim şu ki Peyami Safa’yı Türk Edebiyatı’ndan çıkarsak yapı sarsılır, hatta çöker. Âbide bir kalem, Dostoyevski kadar cesur ve zengin ama bir eşleşme yapmak mümkün değil. Buna eklenecek elbette birçok önemli Türk yazar var. Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anmamak mümkün müdür! Listeyi uzatırız ve eksik de kalır. Tek net ifadem belki şu olur ki o da tamamen şahsi fikrimdir. Bu listeye çok yakın sayılabilecek tarihlerden girebilecek bir kalem yok. Bu da değişen dünya şartları ile çok alakalı. Dostoyevski, Tanpınar, Safa; bu kalemlerin hepsi bunalım çağlarının insanları. Yıkılan bir ülkenin enkazı altında ya da üzerinde yazdılar. Bunu da unutmamak gerekli!

H.A.: Bir tarihçi ve Topçu’nun eserlerini de taramış birisi olarak onun tarih anlayışında size ters gelen yönler ya da “Bunu hiç böyle düşünmemiştim!” dedirten durumlarla karşılaştığınız oldu mu?

G.Ç.: Elbette, iyi ki olmuş! Bu sayede takdis yerine idrak noktaları bulabiliyorum belki de. Bizim en büyük sorunumuz bu zaten. Kutsama hastalığı eleştirmemizi engelliyor. Birçok büyük(!) kalem, “Şeyh uçmaz, mürit uçurur.” hükmünce böyle böyle kutsanıyor ve sonra da kaçınılmaz hayal kırıklıklarına sebep oluyor. Topçu’nun tarihe dair birden fazla düşüncesi bugünün şartlarında eleştirilmeye muhtaç. Topçu’nun metinlerinin edebi değeri hatta biçim sorunları da dâhil buna. Ama bunlar Topçu’nun bu ülkeye kattıklarının önünde bir engel değil. Yani bunu eleştirdik diye geri kalan tüm değerleri yok saymak en büyük haksızlık değil midir? Topçu bir slogan adamı değildir, Topçu size toplumda bir mevzi de kazandırmaz. Hatta bugünün şartlarında Topçu’nun fikirlerinin bazılarını en yakın çevrenize söylerseniz ihtimal dost kaybedersiniz. Hâl böyle olunca Topçu ile ters düştüğüm yerler olması beni mutlu ediyor açıkçası. Bu onu bir put olmaktan beni de paganist bir okuyucu haline gelmekten kurtarıyor sanırım.

H.A.: Son olarak dikkatimi en çok çeken cümlelerinden bir tanesi “Söz,” der, “Dilin yarattığı fitnedir.” Oldukça vurucu bir cümle! Bunu biraz açabilir miyiz?

G.Ç.: İnsan derdini, çilesini, meramını sözle dile getirir. Böyle olunca Yunus Emre’nin dediği gibi, “Söz iyi kullanan için hikmete giden yoldur ama kötü kullananlar için söz dilin en büyük fitnesidir.” Bu çok hassas bir denge! Dil ontolojik ve kimine göre canlı bir varlık iken söz insan ürünüdür. Bu manada zannedilenin aksine sorun dilde değil sözde oluyor. Hele de bu çağda…

H.A.: Öncelikle Galip hocama bu kitabı ve bu söyleşiye icabet etmesinden ötürü teşekkürlerimi sunuyorum. Konuşulacak şeyler elbette bununla sınırlı değil fakat okurumuzu da yormamak adına burada noktalamak istiyorum. Keyifli okumalar.

***

1979 yılında Adapazarı’nda doğdu. Aslen Makedonyalı. İlk, orta ve lise eğitimini Adapazarı’nda tamamladı. Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde lisans, Sakarya Üniversitesinde de yüksek lisans (Yeniçağ) ve doktora (Tarih Anabilim Dalı) eğitimlerini tamamladı. Sakarya, Çankırı Karatekin ve Gazi Üniversitelerinde bölüm başkanlığı ve anabilim dalı başkanlıkları yanında dekan yardımcılığı görevlerini yürüttü. Başta Balkanlar olmak üzere tarihin farklı alanlarına dair dersler verdi. Birçok makale ve dört akademik kitap kaleme aldı. Halen Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yeni Çağ Anabilim dalında lisans ve doktora aşamalarında dersler vermektedir. Evli ve bir çocuk babası olan Çağ, Ankara’da yaşamaktadır.

Dr. Galip Çağ’ın, Komşu Kapısı (2014, Meserret Yayınları), Kale Arkası (2015, Meserret Yayınları)” ve Gidiyoruz Çocuk (2019, Kent Kitap) isimli üç de öykü kitabı bulunmaktadır.


*02/2021'de Kadran Dergi'de yayımlanmıştır.