Didim-Akbük arası ortalama 20 kilometredir. Şehir içinden tam ücretle 9 liraya toplu taşıma ile görülebiliyordu orası. Ben de atlamıştım bir minibüse. Minibüs ilçe merkezinden çıktı ve ana yola girdi. Bu yolda Didim'in çıkışından itibaren makilik ağaçlar vardı. Yol sağlı sollu bu tip ağaçlarla kaplanmıştı. Hatta yolun sağ tarafında adını hatırlamadığım bir hatıra ormanı gördüm. Evet! Orası dahi makilikti.


Küçük dinlenme tesislerini geçtikten sonra minibüs Denizköy'e varmıştı. Burada bir yolcumuzu bıraktıktan sonra kavşaktan karşıya, Akbük tarafına doğru yol aldık. Akbük merkezine varmadan önce bizi sahil siteleri ve bu sahil sitelerinden denize girmek ve piknik yapmak için sahile akın eden aileler karşıladı. Sanırım burası "Emekli olunca Ege'de küçük bir sahil kasabasına yerleşeceğim." cümlesindeki kasabaydı. Çünkü sahildekilerin yaş ortalamaları biraz yüksekti.


Minibüs artık bu sahil sitelerinin olduğu kısımdan çıktıktan sonra Akbük'e girmişti. İlçe girişinde terk edilmiş, muhtemelen içlerine girince keskin bir çiş kokusunun duyulabileceği eski, küçük villa tipi yapılar ve bir iki harabe otel vardı. Daha o zamandan içime bir kurt düşmüştü. Kendi kendime "Ulan, buraya geldik de, burada bir şey yok." diyordum ki hislerimde yanılmamıştım. Şoförden beni merkezi bir yerde indirmesini rica etmiştim fakat indirildiğim yerin merkezi olabileceği konusunda şüphelerim vardı. Çünkü bu kadar küçük bir belediye binasını ve hemen karşısındaki bir onun kadar küçük Migros'u daha önce hiçbir yerde görmemiştim. Resmen hiçbir yerdeydim. Hiçbir şeyin ortasındaydım. Birine sorup sahile nasıl inebileceğimi öğrendim. Telefonumdan bakıp da gidebilirdim ama ben insanlarla iletişim kurma çabası içindeydim. Fakat bir amca beni çok şaşırttı. Aramızdaki diyalog tam da şu şekildeydi. 


— Amca, sahile nasıl inebilirim buradan?

— Navıgassyonung yohh mu, bah da git, millet de bi alem olmuş ya Rabbım!


Ben de tıpış tıpış uzaklaşıp gölgede telefonumdan uygulamayı açıp sahili buldum fakat amcanın navigasyon derkenki yüz ifadesini o gün akşama kadar aklımdan silemedim. 


Anlaşıldığı üzere Akbük'te istediğimi bulamamıştım. Zaten sahilde de iki tane çay ocağı ve bir tane birahane vardı. Onlar da sinek avlıyordu. Bu gezim hüsranla sonlanacakken günümün daha yeni başladığını fark ettim ve Didim'e değil de aksi yöne doğru otostop çekmeye karar verdim. Beni yolda çeken bir şeyler vardı. Bir kere yola çıkmıştım ve iki saat sonra geri dönmek bana göre değildi.


Bulunduğum yer yolun ormanlık tarafı olduğundan pek fazla araç geçmiyordu. Zaten geçenler de beni görmezden gelip yoluna devam ediyordu. Bir iki araç sonra nihayet bir kamyon durmuştu. Kamyondaki dayıya nereye gideceğini sormadan hemen atlamıştım kamyona. Nereye gidersen oraya giderim, dedim. Kamyondaki dayı Bozbük denen bir yerde bir firmaya mal götürüyordu. Bu da artık Aydın sınırından çıkıp Muğla'ya geçebileceğim anlamına geliyordu. Bu fikir beni daha da heyecanlandırmıştı. Şehir değiştiriyordum.


Bu sırada Bodrum'da, Aydın'da okurken tanıştığım bir arkadaşımın olduğu aklıma gelmişti. İlkay... İlkay da benim gibi otelde çalışmak için gelmişti Ege taraflarına. Hatta gelirken otobüslerimiz aynı dinlenme tesislerinde mola vererek gelmişti. Yani birlikte geldik de denebilir. O Bodrum'a devam etti, ben ise Didim'de kalmıştım.


Bu arada, bindiğim kamyondaki dayıdan bahsetmeden geçmek istemem. Bu dayı Ege şivesinin vücut bulmuş hali gibiydi. Ortalama verecek olursam on kelimeden sekizini anlamıyor, ikisini de anlamış gibi kafa sallayıp "Aynen dayı, haklısın." diyordum. Bir iki diyalogdan sonra garip bir sessizlik oldu. Dayı benim onu anlamadığımı anladı ve radyoya ses verdi. Pot kırmıştım. Yolumuza Buray'ın yaz şarkısı denebilecek kıvamda olan "Alaz Alaz" parçasıyla devam ettik. Daha komiği ise dayının bu şarkıya Ege şivesiyle eşlik etmeye çalışmasıydı. Sağ olsun, keyifli bir yarım saat geçirmiştim.


Kamyondan indim. 15-20 dakikalık güneş altında yürüdükten sonra bir gölge bulmuş ve çökmüştüm. Sırtımdan akan teri çantamı çıkarırken hissetmiştim. Ayrıca artık göz altlarım ve kollarım da yanmaya başlamıştı. Kuşatmıştım. Derken, bir ter damlası kürek kemiklerinin arasında kayarak aşağı doğru indi. Hafiften de rüzgar esince tişörtümde soğuyan terim sırtıma değiyor ve soğukluk hissediyordum. 


On dakika kadar bekledikten sonra otostop çekmememe rağmen bir aile beni arabasına aldı. Herhalde kuş uçmaz kervan geçmez bu yolda tek başıma kalmamı istemediler. Var olsunlar... Bu aile Haydar Koyu'na doğru devam edeceğini söyledi. Aslında beni de davet ettiler ama ben Bodrum'a gideceğimi söyleyip Haydar Koyu'na dönülen yol ağzında indim. Tabii sonradan Haydar Koyu görsellerine bakıp gitmediğime pişman oldum... Olsun, sıkıntı değil, yaz boyu Ege'deyim ve her hafta sonu müsaittim; illa ki çıkar gelirim.


İndiğim Haydar Koyu sapağı çok ıssızdı. Çevremde çam ağaçları ve sadece bir tabela vardı. Tabela, yakınlardaki bir köyü işaret ediyordu. Bu da otostop şansımı pekala artırıyordu. Bu sapakta ilginç bir şey oldu. Bir domuz gördüm. Evet! Ormanın ortasında bir domuza rast gelmek çok ürkütücüydü aslında. Fakat hayvanın bana saldırma amacında olmadığını anladığımda çok daha serinkanlı davranmaya başladım. Öylece önümden süzülerek geçti gitti. Arada bir o da beni kontrol ediyordu. Belli ki o da benden korkuyordu. Fakat yine de bir yabani domuzu bu kadar yakından görmek ürkütmüştü. Tavsiyemdir: görmeyin!  


Domuz macerasından sonra eski bir Toros araba süzülerek geldi ve durdu önümde. Yine Ege şivesi... Abinin söylediklerinden anladığım kadarıyla binebileceğimi söylüyordu ve atladım direkt. Arabasına bindiğim bu abinin yakın zamanda anneannesi vefat etmiş ve onun hayrına lokma yaptırıyorlarmış; yani mevlit gibi bir şey varmış. Lokma bu yörede hayır için yapılan, şerbette kızartılan bir tatlıdır ve çok severim. Beni de davet etti abi. Lokma yersin, su alırsın yanına, dedi. Bu abi o sıcak havada bana can suyu gibi gelmişti resmen.


Neyse efendim, arabamız tıngır mıngır Haydar Koyu'ndan uzaklaşıp Gürçamlar denilen, tatlı mı tatlı evlerin olduğu bir köye vardı. Köy çıkışında bir bahçeli eve girdik. Cenaze sahipleri oturmuş lokmalarını yerken ben kapıdan girince bir anda gözler bana döndü. O an hiç bozmayıverip "Allah rahmet eylesin, ruhu şad olsun." deyip lokma arabasına doğru hızlı adımlarla yol aldım. Bak sen, dedim kendi kendime, senin ağzından rahmet falan çıkıyor; Allah, diyorsun, hayırdır? Susuz kalınca inançsızlık bitiyor, öyle mi, deyip kendimi fırçalamıştım bir güzel.

Neyse ki fazla rahatsızlık vermeden lokmamı ve suyumu alıp oradan ayrılmıştım. Günün bu kısmı tam da Ege'de geçen yaz dizilerini andıran bir ayardaydı. Absürt komedi; yalnız gülmek yasak.


Gürçamlar Köyü, Milas'a bağlı güzel bir köydü. Bir an düşünüp acaba köyün içine dalsam mı, diye... Fakat yola düşmek fikri daha ağır bastı ve kaldırdım parmağımı. Milas Belediyesi yazılı bir çöp kamyonuna denk gelmiştim. Yine aynı şekilde nereye gideceklerini sormadan bir çırpıda kamyonun içine atmıştım kendimi. Abiler Milas'a doğru gideceklerini, istersem beni de Bodrum sapağında indireceklerini söylediler. Bayağı güzel bir denk gelişti çünkü tek arabada bayağı bir yol kat edecektim. 


Kamyon orman içlerinden geçerek yoluna devam ediyordu. Bu kadar sığ ağaçların olduğu bir yer daha görmemiştim. Balta girmemiş orman dedikleri bu olsa gerekti. Ayrıca yine birkaç domuz görmüştüm. Fakat bu sefer uzaktaydım ve kamyonun içinde, güvendeydim. Hah! Güven kısmı biraz tartışılır. Çünkü kamyonumuzun freni olmadığını farkettim. Aracı kullanan abimiz motor freniyle yokuş iniyor ve elinden geldikçe freni kullanmıyordu. Büyük şehirden gelen birisi olarak bir belediye aracının bu denli eski ve bakımsız oluşu içimi burkmuştu aslında. Kendi içimde siyasete dalmış ve yolu unutmuştum. 


Bodrum yoluna geldiğimizde çöp kamyonundan indim. Oradan bir araç bulmak gibi bir kaygım olmadı çünkü araçlar vızır vızır geçiyordu. Parmağımı tam kaldırmıştım ki tarifeli sefer yapan Milas-Bodrum arabası zınk diye durdu. Başta binip binmeme konusunda kararsız kaldım çünkü otostopla yoluma devam ediyordum fakat kapı açılıp klima serinliği yüzüme vurunca ayaklarım arabaya doğru gitti. Bu minibüsle Bodrum otogarı, oradan da Bodrum merkeze gittim. 


Bodrum merkezine gitmekle hata yaptığımı araçtan indikten sonra fark ettim. Sanki bir tatil beldesine değil de büyük şehirde çarşıya gelmiştim. Trafik, esnaf, satıcılar... Her biri ayrı bir sinir bozuculukta idi. Herkes bir yerlere yetişme çabası içinde hızlı hızlı yürüyor ve kalabalık oluşturuyordu. Bodrum'a karşı ilk izlenimlerim olumsuzdu. Beklediğimi bulamamıştım.


Buradaki arkadaşım İlkay, Türkbükü (Göltürkbükü) denen ve magazin programlarına göre ünlülerin akın ettiği bir tatil beldesinde çalışmaktaydı. Buraya giden araçlar ilçe otogarından yarım saatte bir kalkmaktaydı. Yorulmuştum, Didim dönüşünü de otobüs ile planlıyordum fakat en son araba saat 20.00'daydı. Saat ise 18.00 civarıydı. Aynı anda hem İlkay'ı görüp hem de Didim arabasına yetişebilmem imkânsızdı. Bilen bilir, seyahat zehri bir kere vücuda zerk edildi mi işiniz zor... Ne olacaksa olsun, deyip İlkay'a doğru yol aldım ben de. Araba 45 dakika gibi bir sürede Türkbükü'ne vardı. İlkay'la planladığımız gibi sahile indim. Burada birkaç ünlüye rastladım. İsimlerini falan bilmiyordum fakat ucuz Türk dizilerinde onlara denk geldiğimi söyleyebilirim. Yani umarım öyledir.


İlkay'ın çok güzel bir arkadaş grubu vardı çalıştığı otelde. İş çıkışı sahile inip beraber vakit geçirebiliyor ve sohbet edebiliyorlardı. Hepsi de çok iyi insanlardı. Onlarla sohbet etmekten keyif almıştım açıkçası. Ben ise Didim'de işten çıkınca boşluğa düşüyordum. Bazen gidip ormanda koşup çöp topluyor, bazen de sahile inip bir iki bira yuvarlıyordum. Ve bunları tek başıma yapıyordum. Takılabileceğim bir arkadaş ortamı oluşmamıştı. Ofistekiler benim yaşıtım değildi. Kaldığım lojmandakiler ise dışarıya nadiren çıkıyorlardı. Durumlar böyle olunca yaşıtım bir grupla vakit geçirmek gerçekten ruhumu doyurmuştu.


Her şey iyi ve güzeldi de... Nasıl Didim'e dönecektim? Otogara gideyim, her türlü hallederim, demiştim İlkay'a. Edemedim. Bir sonraki Didim arabası gece saat 03.30'daydı. Mecburen otogarda Terminal filmindeki Tom Hanks gibi vakit geçirecektim. Öyle de oldu. Soğuk, demir bir banka oturdum. Etrafı izledim. Okuduğunuz bu yazının bir kısmını orada yazdım. Telefonumu şarj için bir dükkana bıraktığım için çantamda kalan, iş yerinden bize verilen maaş kartının zarfına yazmıştım. İyi ki yola devam etmişim, dedim. Otogarda kalmaktan keyif almıştım. İyi ki de günün başında Akbük'te umudumu kaybedip geri dönmemişim, dedim.


Otobüs saatinin nasıl geldiğini bilmedim. Bir anda kendimi Didim otobüsünde buldum ve kaldığım lojmana döndüm. Artık gün pazartesiydi ve dinlenmeden çalışmaya başlamıştım. İşte size ani gelişen ve plansız yapılan işlerin ne kadar zevkli olabileceğine dair küçük bir örnek bu yazı.


Görsel: Didim'den görünen Bodrum, Türkbükü'nün tepeleri.