Çocukluk anıları dediğimiz zaman aklıma ilk gelen şey bir koku oluyor. Koku, hafif yanmış mandalina kabuğu kokusu.


Ben küçükken evimiz sobalı idi. Zaten o zamanlar kasabamızda doğalgaz bile yoktu. Her evin bacasından gri renkte duman tüterdi. Soba üstü çay demleme, toprak tencerede kuru fasulye pişirme, maşınga varsa çıtır çıtır börek, unutmadan bir de anneanne kurabiyesi...

Sobanın dibindeki yumuşacık mindere oturup kitap okumak, televizyon izlemek, anneme sürekli bir şeyler anlatmak, evde şarkı söyleyerek gezmek en sevdiğim okul sonrası aktivitelerimdi.

Çocukluk işte...

Güzel koku zaafım küçüklükten yer etmiş belli ki. Apartmanın girişinden başlardım koklamaya, ta bizim evin kapısına kadar. "Ne pişiriyorsun, güzel kokular geliyor burnuma, sokaktan aldım kokusunu" diye diye girerdim içeri. Bir yandan çantayı fırlatıp öte yandan mavi ilkokul formamın yakasını sökmeye çalışırdım. Annem ise benim peşimde oda oda gezerdi.

Çocukluk belki de insana verilebilecek en büyük armağandır. O saflık, o dünyevi duygulardan uzak olma hissi, kurabiye kokusuyla bile mutlu olabilmek...


Biz insanlar zamanla değişip, evriliyor ve zamana ayak durmaya çalışıyoruz. Kendimizi kanıtlamak, ifade yolları aramak, hayata belki ufacık bir çentik dahi olsa iz bırakmayı düşlemek...

Çocukken böyle zor değildi tabii düşüncelerimizi aktarmak. Sevmiyorsan ya da o an o şeyi yapmak istemiyorsan omuz silkerdin, olurdu.

Ama hayat öyle bir raddeye getiriyor ki biz insanları, omuzlarımızdaki yüklerden hiçbir yere kımıldayamıyoruz, reddetmek ya da omuz silkmek şöyle dursun.

Zaman akıyor, ömür gidiyor. Hayat ise zaman geçtikçe o kurabiyelerin aynısını yapma kudretini elleriyle sana bahşediyor, ama hiçbiri o küçük kızın eve girip sevinçle ve iştahla yediği kurabiyelerin tadını asla vermiyor.

İşte bizler, bunun adına büyümek diyoruz galiba.