i. ilkbahar




bilirim yorganı kılıfına geçirmeyi

hangi çamaşırı kaç derecede yıkamayı

tek çizgi ütü yapmayı, tek sıra kıyafet katlamayı

tozunu almayı diplerin köşelerin.


kaynar sularda bulaşık yıkamaya aşinadır ellerim

tencerede yemeği üç kişilik yapar

gücenmem üst üste üç akşam aynı tadı almaya.


ortancalar açtığında balkona çıkmayı,

sokağın sesine bakmayı

yeni renklere heyecanlanmayı

karşı penceremde çalan şarkıya eşlik etmeyi

elbet bilirim.


gol sevinçlerine ve geçen arabalara küfretmeye başlamışsa çocuklar

kaplumbağalar kirpiler şaşırmışsa yollarını

boy atmışsa yavru arılar

bir karahindiba bırakmışsa kendini rüzgara

uçuşursa öyle boşlukta

bilirim, bu bahardır.


göğü her sabah nakkaş gibi işler tanrı.

yere serdiği tohumların ağzına nefes verir, büyütür onları

ve aferin,

dokunmaz bulutların kendindeliğine.


dünya hareket eder, yemek kaynar ocakta

ama andır bu,

durulurum bazen, bir ağrı tutar bacaklarımı

güç bela yetişirim yaşlı koltuğa


öyle boş, basiretsiz öyle

düşünürüm;

yoksa bu arılar her zaman yetişkin midir?




ii. yaz




perdedeki aralıktan sızan güneş

ve ışınlarıyla uçuşan toz zerrecikleri.


uzaktan duyulan trenin sesli

geminin sireni

pütürsüz, sakin öğlen vakitleri.


bir kadın düş kurar, seyrederim onu

bir kuş havalanır kanatlanırım içime

bir çocuğun eline pazardan dönerken iliştirilmiş

kırmızı balon, barbi bebek, plastik top


gönenirim hayata.


şu güneş, şu sardunyalar, şu üzümkuruları

cuma akşamları sokağı şenlendiren kına geceleri

örtüsüz beyaz masalar

ailelerinden gizli içip ağızlarında naneli sakızlarla

göbek atan onsekizinde erkekler.


sokağa çıkma yasağı bulunan kadınlar

rakı içen adamlar

sakladıkları sırlar, iktidar çabaları hep yüksek perde sesleri.


bilirim, görürüm hepsini

işimdir bu bir yerde

ben ki

sokağın en acınası insanı

doğma büyüme yalnız

ben, kapısı hiç çalınmayan, korkulan

sokağın delikarısı.


şuracıkta ölsem

evleri saran kokunun kaynağı olurum en fazla

ne ettiysem onlara?


yalnızlıktır ama burkulurum

saklarım saklanırım

balkona çıkarım, derin bir nefes bu

ellerim tutmaz olur ya çatalı kaşığı

öyle boş, basiretsiz öyle.


bilirim,


bir bostankorkuluğunun omzuna güvercin konsa

bir bostankorkuluğu ölesiye çıldırır.


ne olurdu ya başka?




iii. sonbahar





bugün nemrut uyandım

yan yana dizdiğim aynalarda iki kere baktım kendime

saçıma ve yeşilin yerleştiği kollarıma.


yüzümde,

biri ötekine yük onlarca çizgi

sıvası dökülmüş bir duvar arkamda

salyasarısı yastık, dağınık çarşaf, tahtakurularının çalışırkenki ince çıtırtısı.


ömrünü yalnızlık kemirmiş ve kartlaşmış artık

bir kadınım ben.

balkonlara çıkmaktan ve nefes almaktan 

olmaz başka işim.


bu, yaşadığıma kandırdığım, kendimi ödüllendirdiğim bir dünyadır.


çıkarım çıkmasına da

hangi gökyüzüne baksam bir kuşun göçtüğünü görürüm

ansızın kara bulutlarını salıverir tanrı

ağaçlar çıplak kalır, çiçekler bir sonraki bahara kadar toprağa döner

kızarım bu kez, hakkım ya.


hem ne gerek vardı günlerin böyle azalmasına?


derim, 

belki de küflendi dünya

bir portakalın kabuğu gibi yumuşadı dokusu

şeffaf poşetin içinde unutulmuş

kaç günlük ekmekten farksız tadı.


yorulurum bazen üç oda bir salon dönüp durmaktan.

temizlik desen yapamam, bulaşıklar birikir belki altıncı gün mutfakta

kalbim sarsılır, düşüveririm yere.


evim, ölümümü bekleyen bir tabut sanki.


sonra bir bakmışım kendimdeyim

ama öyle boş, basiretsiz öyle

bir tavan bir gözlerim.


düşünmeden edemem,


beşinci kattan düşen bir karıncanın

kim bilebilir akıbetini?




iv. kış





şu topallayan bacağım, şu sobayı yakamayışım

şu çatlak camı kırmaya meyleden rüzgar

şu ekmeksiz kalışım

bir olurlar da gelirler

ayırmak için beni sokağıma bakmaktan

koparmaktan beni dünyamla büsbütün

bilmezler gibi buna nice yalnızlıklar verdiğimi.


vazgeçmem elbet, doğrulurum canhıraş.


kürt ismetin sabahçı kahvesinde

karanlık baskınken daha, sabah beşte.

bir sonraki beşe kadar

kimselere demlediği çaylara meyus olurum.


esnaf lokantasındaki tek aşçının

aynı tabldotta üç öğün yemek çıkarışına

yalnız bir şairin uğrayışına o lokantaya

hüzün masasına, boş tuzluklara

parasızlıktan değil, alışkanlıktan olsa da

üzülürüm elbet.


keder bu,

camı pencereyi aşar

bir bahçede bir kardelene dokunur

bir durakta boş göğe bakar;

bir başka evde bir başka sokağa.


ben,

bir yaşamın kaçağı

bir pranga ağrısı.


neden böyle değersiz bir hayat?

böyle kimsesiz, neden.


karanlık beni yutmakla tehdit ediyorsa geceleri,

kurşuni bir tat kalıyorsa ağzımda üçüncü gün yediğim yemeklerden

canım artık ağırlık yapıyorsa bedenime

bu direnç niye?


insan,

zamanın içinde düşmeyi bekleyen bir kum tanesi değilse

ne olabilir başka?


ey mahrem ey çarşaf ey el değmemiş çeyizlikler

ey köhne çaresizlik

ey beni yavrusu ölmüş bir balık gibi gizli ağlatmalarınız

ey beni yaşatacak her şeyin elimden kayıp gitmesine kayıtsız kalmalarınız

sokağın çizgisini duvarla kaplarken oturup seyretmeleriniz ey


siz,

bir balonun sönüşünü gördünüz mü hiç?

içine yetmez de tükenir sakince

mücadele etmeden, görünmeden kimselere

bir koltuğun arkasında

nasıl ki şişmemişse bir zamanlar

doğmamışsa yani hiç

yine, doğmaz olur.


bir özür borcum varsa kendime,

yükünü zihninde hafifletmiş bir hamalın

sırtındaki ağrıyı giderememesinden

geçmez öteye.


ama yine de üzgünüm.

çıkaramadım üzerimden yalnızlığı

bu, çıplaklığımdı bir yerde.

elbet ölümüm de olacaktı

ne beklenirdi başka?


şu köşede bir tutam tüy var

alırsam ev yıkılacak, biliyorum.


alıyorum.




v. son



“vasiyetimdir,

kapımın bu tarafında sakladığım

ve ömrümce gün yüzüne çıkarmaya korktuğum

sayısı pektamam sayılamayan

tozlanmış kelimeler koleksiyonumu

verin gitsin bir antikacıya.


yalnızlığımı,

doğarken anasını yitirmiş bir yavrunun yanına iliştirin

muğber olmasın dünyaya.


‘beni unutmadan öldüğüme inanmayın’

demek isterdim ama

hatırlanmaya değer neyim var,

yokluğumdan başka?”