Bej kanepenin üzerinde bağdaş kurmuş otururken yerdeki parkenin çizgilerini dalgın dalgın seyrediyorum. Öne eğdiğim alnımda, destek aldığım masanın izi çıkmış olmalı ancak loş ışığın altında belli olmuyor. Henüz hava kararmadı, yine de perdeleri kapalı tutuyorum. Dayandığım masanın aşağı sarkan örtüsü yüzümün yarısını karanlık bırakıyor, diğer yarısı ise örtüsüz kalan yüzey gibi çiğ bir çıplaklığı anımsatıyor. Masadaki mürekkebi bitmiş kalemler kırmızının en yoğun tonlarına sahip. Keçe uçlu olanın mürekkebi biraz örtüye sızdıkça kızıl noktacıklar giderek dalgalanıyor. Yorgun gözlerimi ovuştururken mürekkepten yüzüme parmak baskısı yapıyorum. 

Kafamın üzerindeki çalışmayan saatin hareketsizliğini izliyorum.  Senin zamanınla benimki uyuşmuyor. Sararmış defter yapraklarına benzer bir hava hakim burada. Dolu dolu yaşanmış ancak mazi olarak unutulmuş bir sayfaya hapsolmuş hayat. Tozları kaldırmadan hareket etmeyi öğreniyorum zamanla; kahve döküyor, çiçek kurutuyor, duvar çatlaklarından başlayarak parke boşluklarına kadar inen çizgileri takip ediyorum. Hayatta olmam sana da garip gelmiyor mu? Buradayım, ancak hiçbir zaman okunmuyorum.