Denize Yakılan Türkü
(6 yorum)Nerden aklıma geldi bilmiyorum, bir çöl devesini denize salsak dedim ona, kocaman bacaklarıyla suyun tadına varsa biz de onu izlemenin mutluluğuyla güneşe dönsek, günebakanlar gibi, o zaman o zaman kendi küçük devrimimizi yaparız, ölsek de olur,
Ölür..
Efendim?
Deve ölür, yapamaz, kendi ortamını arar, önce hastalanır, iki büklüm olur genç yaşında, sonra yığılır, suya katılır da debelenmez bile, ölmek ister.
O kadar umutsuz olma dedim ona, nerden aklıma geldi bilmiyorum ama hayal kurmak o hayali her gece uyumadan defalarca aynı şekilde döndürmek bile bu kadar güzelken, mazide tamamlanmamış ödevleri bir bir gerçekleştirmek isterken sen hep kötümsersin kötümserdin kötümser olarak öleceksin, umarım iyileşirsin. Deve de iyileşir, benim şu kinim de iyileşir, denizler de iyileşir. İyileşmeyen hastalık, aşılmayan deniz mi var.
Ben öleceğim..
Efendim?
Ben bu huyumla ölüp gideceğim, senin pembe hayallerini izlerim, bir gün, değişme, hayal kurmaktan vazgeçme, vazgeçersen denize türkü yak, beni hatırla, bana günebakan yolla, en sevdiğim bilirsin, benimle ilgili bir bunu bilirsin bilirdin bileceksin 🌻
Meneviş iri gözleri vardı, gözlerle bakmaya utandığı. Kimseyle göz göze gelemez konuşurken zemindeki çatlaklara dalardı. Zeminde dalga yoksa çok terler neyi takip edeceğini şaşırırdı. Alışkanlık diyordu. 3 yaşında denizin dalgasına bakakaldığını unutmuştu. O dalgaları izlerken yanındaki insanların feryat figan olduğunu sonra güçlüce bir kolun onu kaptığı gibi koştuğunu bir ormandan geçtiklerini ve denizden çok uzağa gittiklerini unutmuştu. Bir daha hiç deniz görmemişti, deniz göstermediler ona. Çölde yaşadı yıllarca. En son 3 yaşında gördüğü denizi hayal etti hep, sebebini bilmeden. Sebebini kimse söylememişti. Sormamıştı, soru sormaz yalnız denileni yapardı, yaptıktan sonra da her şeyden tiksinirdi, tiksintisinden utandığı için hiçbir gözü yakından görmemişti. Hayal dünyasında kimseye ilgi duymadan yaşayıp gidiyordu. Bir gün, yaşından 30 yaş büyük bir adamla karşılaştı, çölün ve güneşin tam alnında. Tanıyordu onu, nerden tanıdığını bilmeden. Konuşmaya başladılar, gözlerini zemine dikti. Ona çölden develerden bahsetti. Nefes alıp verdiği yeri çöle benzettiğinden bir gün herkesi öldürme hissiyle savaştığı kinini deveyle özdeşleştirdiğinden adamın haberi yoktu. Öğrenirdi, kötü şeyleri erken sezenler hep mazide tamamlanmamış ödevleri iş işten geçtikten sonra yerine getirmek isteyenlerden çıkardı. Gittikleri yerden geri döner ve kahraman olmak adına sebepsiz yarım bıraktıklarını tamamlarlar. Aldanır insanlar, alkışlar, neden bırakmıştın yarıda diye sormazlar. Soran çıkardı, tek tük ve yalnız. Koca evrende soru soranlar hep yalnızdı.
Düş, kendini böyle tanımlıyordu, gerçek ismini unutmuştu, babasıyla 27 yıl sonra yeniden tanışıyordu. Babayla tanışılmaz diyordu içinden; ya tanış olursun ya da unutursun. Ama bugün şimdi şu hal çok saçma. Zemin çatlaklarından ayrılsa ve ben içine akıp gitsem. Annem gibi.. Bir yumru, bu çok ağır. Her şeyi bugün öğreniyorum. Yine güneş tepemde, deniz mi? Senelerdir aradığım o denizin dalgası, meğer düşmanımmış. Peki babam, diye sordu? O deccal, annemi aldı, şimdi döndü beni alacak. Gözleri benimkiler gibi diye düşündü, ismi ne acaba? Abbas mı? Cabbar mı? İki sessiz harf birbirine çarpmış ve işte babam dünyaya gelmiş. Büyük bir çarpışmayla, çarpık çurpuk. Değil, öyle olsun isterdim. Güzel bir adam. Meneviş gözleri var, uzun boyu, güçlü kolları?
Berduş - kendini böyle tanımlıyordu, gerçek isminden vazgeçmişti, tüm hayatından ettiği gibi- kızına sarılmak istiyor, tüm yabancılaşmış insanlar gibi cesaret edemiyordu. Oysa giderken çok cesurdu, kimseye sormamıştı. Düş mü düşünüyordu bunları. Berduş kendisiyle ilgili bu kadar acımasız şeyler düşünemezdi. Son 10 yıldır yargılıyordu kendini, aslında. O yüzden gelmişti ya. Hesaplaşmaya, tokat yemeye en son dertop edilip kovulmaya. İnsan kendi canını istediği kadar yakamıyordu. Yalnızlık zordu, kişi dayak yemek için bile ikinci bir insana ihtiyaç duyuyordu işte.
Berduş, Düş’e her şeyi anlattı. İçinde ahenk olmayan en acıklı en uzun türküyü söyledi, çığırdı belki, yaktı belki de ağıt gibi. Acındırıyor diye düşündü Düş. Arada nerden aklıma geldi bilmiyorum diyordu ve günebakanlardan bahsediyordu. Annen öldükten sonra nerden aklıma geldi bilmiyorum, seni buraya bırakıp günebakanlara çekildim, güneştim ben ya da yüzüm hep güneşe dönük. Karanlığı ardımda bıraktım, yeni bir gelecek kurmak istedim, hakkımdı, gençtim. Toymuşum. Defalarca evlendim, o günü, denizi, annenin boğulurkenki çığlıklarını unutamadım. Rüyalarımdaydı annen tıpkı bir karabasan gibi. Sen emekliyordun düşlerimde. Defalarca kollarımı açtım uykumda. Bana gel diye her defasında denizin dalgalarına dalıp gitmişken buldum seni birden geri geri uzaklaşmaya başladın. Güçlü bir çift kol seni alıp yeşile doğru koşuyordu. O kollar benimdi, sen 3 yaşındaydın. Düşümde başkasıydı. Düş diye başlayıp kabusa dönüyordu. Her sabah bu gece düş yok diye uyanıyordum. Karar mekanizması ben mişim gibi. Bendim eskiden, hayatıma da düşlerime de hakimdim, güçlüydüm. Annen, beni bırakırsan kendimi öldürürüm diye kendini denize bıraktığında da hakimdim hayatıma. Yapamaz diyordum o yüzden inanmadım ve atladığında yüzer kurtulur diye bekledim biraz. Unutmuştum yüzme bilmediğini. Annene kızdım, blöf yapıyor gibiydi onun için, senin yanında yaptı bunu onun için ve etrafta bir sürü insan vardı, en çok onun için. Keşke evlenmeseydim diye senelerce ağladım, ayda bir de bari çocuğumuz olmasaydı diye ağladım. Genellikle ağladım. Hayatım kontrolden çıktı. Artık hakim değildim, sanıktım. Yargılandım, en çok kendim kendimi yargıladım ve yoruldum. Ölmeye geldim buraya. Kendinden umudu kalmayan ölür. Annenin de umudu yoktu kendinden benden bizden.
Düş, dünyanın en dramatik şiirini dinliyordu şimdi. Başta ahenksizdi, renksizdi konuşma. Hangi aralık duygu kattı bu konuşmaya, neden yaptı diye sinirlendi babasına. Bu kadar duygusuz olanların bu kadar duygu yüklü konuşmasına tahammül edemiyordu. Sahtekarlığa tahammülü yoktu. Gözlerine baktı Berduş’un, aynı gözler, aynı utanma hissi. İlk defa birinin gözlerine baktı. Tiksindi, tüm insanları affetti. Tiksinmesi gereken tek insan karşısındaydı ya azad etti herkesi. İşte yaz bitmişti, hiç sevmediği. Baharı yaşıyordu kalbi. Bilemediği her şeyi bugün öğrenmişti. Eylül güzeldi. Yapraklar sararacak, dökülecek ;denizler çekilecek geriye ya dalgalar? Dalgalara hiçbir çare bulamıyordu. Ağlamak geldi içinden, dalgalar için. Dalgalara ağıt yaktı. Dünyanın en sesli ağlamasını koyverdi. Gözyaşları süzülürken dalgalara kızdı. Babası dinliyordu, sessizce. Bir gün öleceğim, sen düş kur diyordu şimdi de. Ben ölünce günebakan yolla, seni hissederim, düşlerini izlerim diyordu. İzlerdi, kötüler her şeyi izlerdi ve kötüler kendi rüyaları dışındaki bütün rüyalara düş derdi. Diğerlerinin yaşadığı dram önemsizdi, herkes çok mutluydu kötüler için. 3 yaşında annesinin ölümüne, çığlıklarına maruz kalan, babası tarafından terk edilen bir kız çocuğu bile mutluydu onlar için. Yüzsüzdü kötüler, kötülüklerini kelimelerle süsleyip anlatırdı. Bir masal gibi anlatırdı. Küçük kızını uykuya hazırlayan bir baba edasıyla anlatmıştı her şeyi. Pişmanmış gibi, hayatı mahvolmuş gibi ve gerçekten ölmek ister gibi. Ölmezdi kötüler, dünyanın sonunu getirmeden ölmezlerdi.
AYNA
Bir göçmen kuştum. Yıllarca uzak diyarlara uçmuş oralarda yaşamıştım. Kendi türümden ve farklı türlerden bir sürü canlı, bambaşka mekânlar ve diyarlar görmüştüm. Bir gün vatanıma geri döndüm. Artık uçamayacak kadar hastaydım. Hücrelerim hastalanmıştı. Düzensiz olarak büyüyüp çoğalıyorlardı. Vücudum onlara hükmedemiyordu. Şimdilik tek bir organımı vurmuştu. Ama gelecekte ne olacağı bilinmiyordu. Belki de ölecektim. Ruhumun hastalığı bedenime, bedenimin hastalığı ruhuma sirayet etmişti. Verilen ışınlar ve kimyasallar ise sağlıklı hücrelerimi de etkiliyordu. Tedavim bitmişti. Yorgundum. İncecik bir buz tabakasının üzerinde sürükleniyorum gibi hissediyordum. Altımda görmediğim mayınlar, ne zaman birinin patlayıp beni parçalara ayıracağını bilmiyordum. Hücrelerimin büyüyüp bütün vücudumu sarmasını beklerken, ölümle yaşam arasında buz üzerinde incecik bir çizgideydim. Kanatlarım kırılmış, ruhum örselenmişti. En sevdiğim, beraber okyanuslar aştığım, uğruna kendimden vazgeçtiğim beni yapayalnız bırakmıştı. Artık kocaman bir hiçlikle baş başaydım. Son bir gayretle, neden bilmem bu garip evlerin olduğu mekâna geldim. Bir süre orada yaşamak istedim. Beni neyin oraya çektiğini bilmiyordum. Evler konik şekilde gövdelerdi ve üzerlerinde mantar şeklinde şapkalar vardı.
Hayatımda gördüğüm en garip şekilli evlerdi. Ben nereye geldim diye düşündüm. Çevrede bulunan yanardağların milyonlarca yıl önce püskürttüğü lavlar bölgeyi kurutmuş, sonrasında da rüzgar, sel ve yağmurlar ile aşınmış ve bu masalsı yapılar ortaya çıkmıştı. Sonbahardı. O görmeye alıştığım sonbaharın yeşil, bakır, sarı tonları burada sadece bazı vadilerde vardı. Vadileri gezerken küçük gizemli binaları keşfettim. Bazılarının içinde insanlar tarafından çizilmiş, zamanla yıpranmış, renkleri solmuş resimler vardı. En çok da başının üzerinde hale olan örtülü bir kadın ve kucağında başında hale olan bir çocuk resmini görüyordum sıklıkla.
İnsanlar genelde bu garip yapılarda oturuyorlardı. Aralarda insan yapması binalarda vardı. Ancak konik yapılar gibi olağanüstü değildiler. Yaşadıkları olağanüstü yerin kıymetini tam bilmeden, sömürü düzenine ayak uydurarak yaşayan kapalı bir toplumdu. Sıkı kuralları vardı. Kendilerine göre oluşturdukları doğruları vardı. Yabancılara karşı mesafeliydiler.
İlk gecemde garip bir sesle uyandım. Sanki birisi çalılarla bir metale vurarak dolaşıyordu. Sesi duyan evlerde birer birer solgun ışıklar yanmaya başladı. İnsanlar bir şeyler yemeye kalkıyorlardı. Bu saatte neden bu sese kalkıp yemek yiyorlar acaba diye düşündüm. Yerel halkın hemen hepsi ertesi gün akşama kadar bir şey yemediler. Sonra ki günlerde de bu ritüel devam etti. Yaklaşık bir ay böyle geçti. Bir gün hepsini güzel, temiz giyinmiş bir şekilde birbirlerini ziyaret etmeye giderlerken gördüm. Çocuklara şekerlemeler sunuluyordu kapılarda. Bir çeşit kutlama yapıyorlardı. Kutlamalardan sonra her şey eskiye dönmüştü. Artık geceleri uyanmıyorlardı. O garip sesi çalanda görünmüyordu ortalıkta.
Kendime o konik yapılardan birinde yuva yaptım. Yapayalnızdım. Küçük 11-12 santimetre büyüklüğünde, kahverengi, siyah, boz rengi karışımı kuşlar vardı çalıların üzerlerinde. Çok sevimliydiler. Fazla uzun uçamadıkları belliydi. Kısa mesafeler uçuyor, ortamdaki tohumları, insanların attığı ekmek kırıklarını yiyorlardı. Gruplar halinde cıvıldaşıyorlardı.
Tepelerden güzel günbatımlarını seyrettim Üzümlerin tadına baktım. Harikaydı. Yöre halkı bu üzümlerden çok güzel bir sıvı yapıyordu. Bazıları sıcaktı. Genelde bu meyvenin sıvıları sıcak olmazdı. Demek ki bu bölgede böyleydi. İnsanlar ceplerinde kabak çekirdekleri taşıyor arada kendileri yiyor bazen diğerlerine de sunuyorlardı.
Gece ile gündüz sıcaklık farkı vardı. Geceleri serin oluyordu. Demek ki kış çetin geçecekti. Çok kar yağacak ve buralar bambaşka görünecekti. İçim heyecanla doldu. Karlarla kaplı hayal ettim her yeri. Soğuk benim için ölüm olsa da.
Yöre halkı genelde siyah saçlı ve kara gözlüydü. Arada sarı saçlı, mavi gözlü iri yarı kadın ve erkek yabancılar vardı. Farklı bir dil konuşuyorlardı. Çekik gözlü daha ufak tefek olan her iki dilden de farklı konuşan başka yabancılar da vardı. Bunlar daha çekingen ve aşırı kibardılar. Ellerinde bir makine her gittikleri yerde etrafı çekiyorlardı.
En masumları çocuklardı. Sokaktaki hayvanları seviyor, kendi aralarında çeşitli oyunlar oynuyorlardı. Dünya umurlarında değildi. Gülüyorlar, neşeyle birbirleriyle konuşuyorlardı. Akşam olunca anneleri sesleniyor, evlerine çağırıyorlardı. Eğlenceyi bırakıp gitmek istemiyorlardı. Görüyordum.
Yöre halkından bazıları tarımı ve hayvancılığı bırakmışlardı. Yabancılara başka diyarlardan gelmiş rengârenk, harika yünden yer örtüleri, süsleme ürünleri satıyorlardı. Konik yapıların minyatürleri her yerdeydi. Bir de kırmızı topraktan sıvıları koymak için testi dedikleri şişelerden, yemek pişirilecek ve sunulacak kap kacak yapıyorlardı. Bununda değiş tokuşu yapılıyordu. Bir gün tabelasında atölye yazan bir yapıyı gördüm dışarıdan. Bir kız oturmuştu ve dönen bir aletin üzerinde kırmızı toprağa şekil vermeye çalışıyordu. Elleri kille bulanmıştı. Yabancılar karşısına geçmiş onu seyrediyorlardı. Acemi olduğu belliydi. Birisi ona yardım ediyor, nasıl yapması gerektiğini gösteriyordu. O kızda benim gibiydi. Hissettim. Hastaydı. Gülüyordu ama içi ağlıyordu. Diğerleri farkında bile değildiler. Ama ben biliyordum.
Geceleri bazı mekânlar açıktı. Buralarda genelde yabancılar olurdu. Genelde müzik eşliğinde bir şeyler yiyor, içiyor ve sohbet ediyorlardı. Geceleri yöre halkının kadınları dışarıda olmuyorlardı. Sadece erkekler dışarıda geziniyorlardı. Onları da ara sıra bu yerlerde otururlarken görüyordum. Ama nedense buralar yerli kadınlara yasak gibiydi.
Bir yer vardı. Bu konik yapılardan biriydi. Önünde kocaman bir açıklık vardı. Yapı bir tepeye yaslanıyordu. Bir kısmı tepenin içindeydi. Yandan yürüyerek tepeye çıkılabiliyordu. Yapının çatısına çıkıp olağanüstü manzarayı rüzgar eşliğinde seyredebiliyordun. İçerisi mağara gibiydi. Taşın özelliğinden olsa gerek doğal korunma vardı. Adam gelenlere iki ekmek arasına peynir koyarak bir şeyler hazırlıyor ve sıcak, koyu kırmızı küçük bardaklarda sunulan bir içecekle birlikte servis yapıyordu. Başka bir şey sunmuyordu. O yüzden gelirinin diğer yerlerden az olduğunu tahmin ediyordum. Sanırım yatırım yapacak parası yoktu. Bazı esnaflar gibi kurnaz değildi. Genelde fazla parası olmayan, bohem takılan gezginlerin uğrak yeriydi. Çok güleç, samimi bir insandı. Dışarıda ki büyük masa üzerinde beyaz kâğıt demetinden oluşmuş büyük bir obje vardı. Gezginler buraya oturuyor, onunla sohbet ediyor ve sonrasında o kâğıt yapraklara bir şeyler yazıyorlardı. Bazen resimler çizdikleri de oluyordu. Onlar gittiğinde sevgiyle objeye bakıyor, okuyor ve gururla yeni gelenlere gösteriyordu. Anladım ki bir çeşit anı biriktiriyordu. Gelenlerin yazmasını istiyordu. Tam karşısında minik bir tepe vardı. Orada saçları uzun ve incecik pelikler şeklinde örülü, garip kıyafetlerle oturan ve devesi olan bir adam vardı. Saçları koyu sarı ve gözleri yeşildi. Bu pelikleri daha önce çok uzak diyarlarda siyah tenli, kıvırcık saçlı insanlarda görmüştüm. Genelde sesleri çok güzeldi. Muhteşem şarkı söylüyorlardı. Atletik ve güçlü bedenleri vardı. Tepenin yamacına küçük bir çadır kurmuştu. Devesi çadırın yanına çökmüştü. Açık kahve tüyleri ve sırtında bir tepecik vardı. Deve bu bölgeye has bir hayvan değildi. Çok sıcak ülkelerin, çöllerin canlısıydı. Sırtlarında bazen bir bazen de iki tepecik gibi çıkıntıları vardı. Susuzluğa dayanıklı binek ve yük hayvanlarıydılar. İnsanlar yününden, sütünden, derisinden ve etinden faydalanabiliyorlardı. Vücut ısısını düşürüp yükseltebildiklerinden dolayı ısı değişimlerine hassas değildiler. İnsanların aksine günlerce susuz yolculuk yapabiliyorlardı.
Pelikli adam suyu olmadığı için arada gelip kahveden su alıyordu. Eğer şansı yaver giderse para karşılığı yabancıları devesiyle gezdiriyordu. O da bir gezgindi. Fakirdi ama mutluydu. Sürekli güzel şarkılar söylüyordu. Gülerek yoldan geçenlere laf atıyor, sohbet ediyordu.
Burası güzel atlar diyarıydı. Develer sadece yabancıların dikkatini çekmek ve onları para karşılığı gezdirmek için getirilmişti. Bir gün yine keşfe çıktığımda benim gibi bir göçmen kuş gördüm. O sağlıklıydı. Kanatları pırıl, pırıldı koyu maviydi. Göbeği ise bembeyazdı. Boynu ve burnunun üstü kahverengiydi. Bana bakıyordu. İnsanın ruhunu delen, delici bakışları vardı. Gözlerimden ruhumu okuyordu sanki. Tanıyordum bu türü. Kuyrukları çatallı, kanatları uzun ve sivriydi. Çok hızlı uçarlar, kuyruklarını dümen gibi kullanır, havada ani dalışlar yaparlardı. Çatı altlarına, saçaklara ve pencere oyuklarına çok güzel yuvalar yaptıklarını biliyordum. Erkeğin tükürüğüyle harç yaparak getirdiği çamuru ve kili, dişisi saman ve otlarla kararak hazırlar ve gagalarını mala gibi kullanarak, çanak şeklindeki yuvalarını kısa bir sürede bitirirlerdi. Gruplar halinde yaşayanları yuvalarını ağaçlara, mağaralara ve kayalıklara yaparlardı.
Adını sordum.
‘Kırlangıç’ dedi.
Sesi çok sevecen ve sıcacıktı. Sarıp, sarmaladı bu ses beni. Sanki yaralarıma iyi gelecekti. Özgür bir ruhtu. Hissediyordum. Farklıydı. Onda beni çeken bir şeyler vardı. Hayat doluydu. Kim bilir ne maceralar yaşamıştı ve yaşayacaktı. Nereleri görmüştü acaba? Hangi canlılarla karşılaşmıştı?
Heyecanlıydım. O da öyle. Sohbete başladık. Ben sordum, o anlattı. O anlatınca bende ona içimi açtım. Sanki onu çok öncelerinden tanıyordum. Maskeler olmadan dertleştik. Bazen yanaklarımdan süzülen yaşlar yüzümü ısıtıyor, sanki anlattıkça acılarım diniyordu. Arınıyordum. Dinledi. Kanadımı tuttu. Sanki yüreğime dokunuyordu. Uzun zamandır böyle güzel, böyle mutlu hissetmemiştim. Yanında sanki bambaşka bir evrendeydim. Bazen gülüyor, bazen ciddileşiyordu. Sakindi, dingindi. Huzurlu bir liman gibiydi.
Birlikte keşfettik bölgeyi. O güzel vadileri, bağları, dereleri. Sonbaharın renkleri çok güzeldi. Yeşil, sarı, bakır ve kırmızı tonları birlikte dans ediyorlardı. Başka bir ülke de daha görmüştüm böyle güzel renkleri. Bir gün, uçsuz, bucaksız dümdüz bir ovanın ortasında, sadece bir ağaç, bir üzüm bağı, ben ve Kırlangıç vardık. Sanki zaman durmuştu. Ben ağacın altına oturmuş, O ise ayaktaydı. Uzaklara bakıyordu. Dalmış gitmişti.
‘ Ne düşünüyorsun?’ diye sordum.
‘ Hiç.’ dedi.
Sonrasında başka bir vadiye gittik. Doyasıya eğlendik birlikte. Arada mağaralara girip bakıyor, resimleri inceliyorduk birlikte. Derelerin yanından uçuyor, suyun sesini dinliyorduk. Yerin altında kat kat tünellerin olduğu bir yer altı şehri olduğunu duymuştuk. Oraya gittik. Bir zamanlar burada insanlar yaşamıştı. Korktukları bir şeyler vardı ki yerin altında bu tünelleri inşa etmişlerdi. Nerelere bağlanıyordu bu tüneller? Ucu, bucağı var mıydı? Nasıl insanlar yaşamıştı? Neden korkuyorlardı? Ne yiyip ne içiyorlardı? Çocuklar ne yapıyorlardı? Kafamda deli sorular.
Yolculukları seviyordu. Cesurdu. Fırtınalara karşı korkusuzdu. Ben de öyleydim. Özgürlüğe aşıktı. Gittikçe daha çok bağlandığımı hissediyordum ama duygularıma dur diyemiyordum. Artık hasta gibi hissetmiyordum. Mutluluktan uçuyordum. Onu gördüğüm her an kalbim yerinden çıkacak gibi küt küt atıyordu.
O gün yeniden buluştuk Kırlangıç’la. Uzaktan gördüğümde daha anlamıştım. Gidecekti. Yolu buraya düşmüş, eğlenmeye gelmişti. Kısa süreli konaklama yapıyordu. O da beni seviyordu ama benim onu sevdiğim kadar değil. O uzak diyarların hayaliyle, çıkacağı yolculuğun heyecanıyla doluydu. Benim hasta olduğumu ve bu yolculuğa dayanamayacağımı biliyordu. Benimle gel diyecek gücü yoktu. Beni taşıyamazdı. Okyanusları beraber aşamazdık. Bana bir şiir bıraktı ve gitti.
Ben sende kaybolmadım;
Ama sen bende kayboldun.
Ben sana ayna oldum.
Aslında bende ki seni sevdin.
Elveda!
Nesrin Maple...Pandemi dönemi