Görüyor musun beni, hınca hınç çıkarırken kıyafetlerimi?


Nefes nefese çıkarıyorum, çıkardıkça çıkarıyorum, ellerim yetmeyince başka ellerden yardım alıyorum ve gördüğünü söylediğini düşünüyorum; çünkü birisi görmeyince, böyle şeyler gerçek olmuyor sanki.


Çünkü insana, kendini kendinin görmesi bazen hiç yetmiyor gibi.


Sonra bir masa buluyorum, ille de mutfakta olacak o masa. Deviriyorum yerlere üzerinde her ne varsa. Çıkarıp kalbimi koyuyorum masanın üzerine. Çıkarıp, aklımı koyuyorum. Takılmış bir fermuarı zorlar gibi, inatla çıkarıp koyuyorum ruhumun da birazını. Doymuyoruz, tabakların yarısı boş kalıyor.


Yiyoruz yine de.


Ertesi akşam, kimse ne yediğini hatırlamıyor.


Utanıyorum sonra, "Hep ben soyundum ama.." diyorum her kim varsa telefonun ucunda, "Hadi, biraz da sen.." o da soyunuyor sonra elinden geldiğince. Yiyemiyoruz artık. Doymuşuz.


Pişman oluyorum kendimi öncelemekten. Dile getiriyorum pişmanlığımı. Saçmalamamam gerektiği söyleniyor. "Bugün sana, yarın bana." deniyor.


Öyle deniyor.

Ama sanki o yarınlar, uzun zamandır hiç gelmiyor.


Ellerimi boyalara batırıp duvarlara iz bıraksam, duvarlardan özür dileyecek haldeyim.


Ne klavyenin tuşlarına akabiliyorum doğru düzgün, ne de piyanonun.


Bir kitap alıp, bir yazarın mezarına gidip, yine bırakmak zorunda olduğum bir şeylerin ardından yaş dökme fikri geçiyor aklımdan.


Halbuki insan, çocuğu öldükten sonra bir daha hiçbir şey için ağlayamamalı.


Diyorlar ki, mana aleminde uyuyanları uyandıracak olan sözlerimize, çok dikkat etmeliymişiz.


Peki zaten uyananları, hangi sözlerle ve nasıl susturmalı?