Hayat insana "Bitti!" demeden önce üç, beş nefes almayı öğretiyor aslında. Tükürdüğünü yalaya yalaya ve çıkardığın lokmayı tekrar yuta yuta anlıyorsun: bir cümlenin sonuna nokta koymanın, bir cümlenin sonuna nokta koymaktan daha ciddi bir eylem olduğunu.


Sonra yoğurdu üfleye üfleye, sinirle kalkmamak için yavaşça doğrultarak hep belini, kapıyı çekip çıkarken şiddetlice çarpmaması için araya mutlaka koyarak sağ ayak bileğini..


Hele bir de koca bir paragrafın ya da kalınca bir defterin sonuna koyuyorsan bu noktayı, iyice dikkat ediyorsun.


Ama yanılmakta sınır yok.


Deniyorsun. Kaçmayı deniyorsun, saklanmayı deniyorsun, reddetmeyi deniyorsun, uzak durmayı deniyorsun, kendini ikna etmeyi deniyorsun, kendini kandırmayı deniyorsun, -mış gibi yapmayı deniyorsun, dibini görüp sonra oradan bir tünel kazarak çıkmaya çalışıyorsun; üç değil, beş değil, tam yirmi dokuz nokta koyuyorsun ama bitmeyince bitmiyor işte.


Sonra bir gece vakti, bir gece vakti gözlerinin içine bakarken öyle bir şey söylüyor ki bazen biri. Öyle kısacık bir anda ve öylesine birden bire herkesleşiyor ki.


Nokta, gelip diz çöküyor önünde senin.


Şapkasını çıkarıyor, reverans yapıyor, ayakkabılarını paspasa siliyor eşikten geçerken.


Değil paragraf, değil defter, değil kitap, değil ansiklopedi, değil mitologya; levh-i mahfuz olsa bitiyor; o nokta gelip en son yerine oturunca.


Aşk bitiyor.


Birden bitiyor.


Kendine dair ne var ne yoksa alıp, yerlere çarpıp, kendi canına okuyor.


Arkasından gülümseyerek el sallayacak olan samimiyeti de ceplerine doldurup, adeta hiç var olmamış gibi uzaklara gidiyor.