O yıl da gene üstüme düşeni yapmayıp çuvallamıştım derslerde. İyiden iyiye de sarmıştım it öldürene bir de Ferdi’ye. İkisi de çarpıyordu insanı şimdi hiç öyle yok deme. Kurtulmanın bir yolu vardı belki ama bulamıyordum nedense. En koftisi dahi yolunu buluyor, bense sürekli boşa iz süren pusulası bozuk seyyahı oynuyordum. İnsanlar emellerini buluyordu emeller de insanları, kargaşa düzeni buluyordu düzense karman çorman olmanın bir yolunu. Litrelerce şarap organlarımı rahatlıkla bulurken ben ve işlerim bir türlü yolu tutturamıyorduk. Kısacası hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Her seferinde kelek, her seferinde çıkmaz sokaktı anlayacağın.

 

Nasıl bir batağın içindeysem, ne batıyordum ne de tam manasıyla gövdemi sıyırabiliyordum bu bataktan. Arada bir boğazıma kadar boka battığım da oluyordu tabii ama orasını karıştırma şimdi. O biraz Can Yücel ruh haletinden hallice bir durumdu. Burada alıntılamamı bekleme, okuyan bilir Can Baba'nın malum metaforunu. Hem ben işin mukayese kısmını falan geçtim artık nedensizce neden aradığım bir evredeyim. Yani olup bitene bir neden biçme gayesindeyim. Çünkü her şey bir ''Neden?'' sorusuyla başladı bence. Bir neden sorusu yüzünden ilk tokadımı yedim ben din hocamdan, bir neden yüzünden şeytana dönüştü iblis, bir neden yüzünden reddedildi her başvurum, bir neden aradım diye kaybettim yolumu ve sırf ''İnsanlarla neden konuşmak lazım?'' dediğim için ebedi bir sükûta boğdu beni beşer. Peki ya neden böyle oluyordu, yani tüm bunlar neden böyleydi?

 

Benliğime varana dek her şeyi alsa dahi neden diye sormaktan vazgeçmeyecektim. Zira sonuç denilen olgu, bir varış noktasıysa şayet neden sorusu oraya giden en kestirme patikaydı. Tüm bu nedenler bir karabasan gibi üstüme çöktükçe ellerim daha da bir hışımla gitti cebime. Astarı yırtık ceketimde erişmekte katiyen muvaffak olamayacağım mangırlara doğru sonsuz bir yolculuk yaptı elim. Derken günlük neden kotasını çoktan aştığımı fark ettim. Ve bir kez daha neden diye sormadan tüm sıkıntıların üstüne mütemadiyen yaptığım eylemi yineledim; babamı aradım ve her şeyin boka sardığını söyledim. "Olsun be oğlum, senden önemli değil ya!" dedi. Yanılıyorsun, dedim. Büyük yanılıyorsun hem de. Çünkü bunun bir nedeni yoktu. Yani ben niçin önemliydim? Yahut beni önemsizlikten azleden önem neydi?

 

Tüm bunlar beynimde devriâlemini sürdürürken, gözüm eski günlüklerime çarptı. Her işte olduğu gibi günlük işinde de dikiş tutturamamıştım. Elimde evrenin en seyrek yazılan ve bir o kadar da düzensiz günlükleri paralanmak üzere beni bekliyordu. Üstünkörü şöylece bir karıştırdım. Gözüm yine ''önem'' kelimesine takıldı. O gün ilk defa Selcan’ın bana ''Sen benim için çok önemlisin'' dediğini not düşmüşüm. Tarih 20.02.2015. Direkt yapıştırmışım cevabı 'Kes maval okumayı'' diyerek. Tabii bu cevaptan tek haberdar olan benim. İşin görünen tarafında edilen iltifat karşısında aptalca sırıtan bir yüz var. Neyse Selcan, diyorum kendi kendime sonrasında, yanlışın var hem de ne yanlış. Önemli falan değildim ben hatta önemli değildik. Ne sen ne de ben önemliydik. Topuklarımıza yapışan ciklet dahi daha mühim bir meseleydi bizden. Önemsizdik Selcan, önemsiz geldik ve önemsiz gidiyorduk. Doğduk ve değiştik ama değişimimiz beraberinde hiçbir değişimi getirmedi Selcan. Dolayısıyla not düşülen tarihlerin pek de bir olayı yoktu. Ha kendince bana açıldığın 20.02.2015, ha ilk bakışını yakaladığım 10.02.2014, ha dünyaya intikalin olan 15.01.1994, ha seni yeşil bir bez altında birkaç ahbapla uğurladığım 14.03.2019. Hepsi aynı artık, yalnızca sayılardan ibaretler benim için. Tıpkı dünyanın en önemsiz günü ilan ettiğim 08.08.1995 ve merdiven altı bir kliniğin koridorunda, parafladığım ötenazi evrakına iliştirilmiş olan bugünün tarihteki öneminin birbirine denk düşüşü gibi… 

08.08.2019