#1: Realm of My Persona


Ne kanlı, ne şenlik bir yerdeyim! Attığım her adımda bir renk sıçrıyor topraktan yeryüzüne ve bir tarafını boyuyor bu diyarın. Gözümden yaş aksa kan kırmızısı, düşsem zift karası, azıcık büyüsem orman yeşili görüyorum. Ayaklarımın altı palet ve her adımda v’yi oluşturuyorum.

Bir an durup geriye döndüğümde çizdiğim şeyleri görüyorum. Bir yerde öfkeli suratım ile bu yeni yüzyıla sığmaya çalışan benliğim; öbür yanda yüzyılın bir parçası olduğunu bilen ve yüzyılı için savaşan, yine, benliğim. Bu diyarda attığım her adım kendimle kavgammış, bunu anlıyorum. Biraz daha seyrediyorum.


Sabır dolu krem rengi ile onlarca çığlığı saklamış pas rengini neredeyse iç içe görüyorum. Diyardaki bütün zıtlıkların anası bu iki renk gibi görünüyor: Susmakla konuşmak, kızmakla sorgulamak arasında ince bir çizgi. Anılarla birleşince her şey yerine oturuyor. Ressam neyse, tablo da o elbette. Bazı dostlar dinlenirken krem renginin sessizliğinde bazıları artık dost değil ve düşmüş pas renginin öfkesine. İnce çizgide yürüyenleri görür gibi oluyorum, bütün ilişkilerim boyaların içinde canlanıyor sanki. Bu diyarın ne olduğunu anlamaya başlıyorum. “Ne?” sorusunun diyarı bu. Kimdim, kimim ve kim olacağım adım attıkça? Soruların değeri büyüdükçe artıyor ve ben büyüdükçe orman yeşili sızıyor topraktan görüyorum.


Gülmekle ağlamak ne kadar zıt geliyor bize. Oysa bu diyarda ikisi aynı şey. Acıyı itmek için ağlamaktan kaçınıyorum oysa o an gülsem de yas tutmaktan farklı bir şey yapmıyorum. Ben yürüdükçe tablo can kazanıyor ve bedenime söylediğim yalanları tabloda göremiyorum.

Karışık, karmakarışık bir yerdeyim ve önümde koskocaman bir boşluk var. Hem kan akıyor hem kelebekler uçuyor burada. İlk bakışta kaos, ikinci bakışta anlam yükleniyor adımlarıma. Dünyevi Zevkler Bahçesi’nin kapıları bana açılmış gibi, her köşesini turlar gibi devam ediyorum yolculuğuma.