Hiç sevemedim. Birileriyle uzun uzun tartışmayı yani. Bundan sağduyulu sonuçlar elde edildiğine henüz şahit olmuş değilim. O yüzden kendimi ne vakit böyle bir şeyin içinde bulsam hemen kaçma planları yaparım. Uzun zamandır buna alıştım ve açıklama yapmak benim nezdimde hep yok hükmünde sayıldı. Zaten mecalim de yok. Şimdilik şikayetçi de değilim. Ancak bu kez biraz farklı olacak gibi. Bu kez en büyük kavgamı, az sonra kendimle yapacağım. Şöyle ağzımı burnumu bir güzel kıracak, dişlerimi tüküreceğim. Bir hafta yataktan kalkamayacak, pipetle besleneceğim. Ne çok gözlüklüydüm ne daha bere giyiyordum ne bıyıklarım da duruyordu ama sırf bu yüzden gün içinde Attila İlhan'ın ''Beni Bir Kere Dövdüler'' şiirini yedi sefer okudum. Şiir? Haa şiir mi? Şiir benim için işte böyle, asla kavuşulamayacak eski sevgili gibi. Kavuşamayacağını bildiğinden hep uzak durursun ya, ben de sadece uzaktan okuyorum işte.  

Neyse, ne diyordum?

Heh! Huysuzluk, huysuzluk... 

Dostlarım, ben huysuz bir adamım. Hayatımdaki en son insan kapıyı çekip çıkmazdan evvel, gözleri ağlamaktan kızarmış şekilde ''Allah seninle bir ömrü birlikte geçirmeyi düşünen insana büyük sabır versin.'' demişti. Ben de karşılık olarak, o henüz merdivenlerden inip dış kapıya varmadan balkonda beklemiş, ardı sıra ''Bir eşyanı unutmadın değil mi?'' diye seslenmiştim. Mahalleye ne kadar rezil olduğumuzu sormayın zaten. Hoş, unutmuş da. İçi soğuk su dolu, mavi renk, küçük ve sevimli bir termos. Unuttuğu gibi, mutfakta öylece duruyor. Birkaç kez içini boşaltıp mutfak dolabına yerleştirmeyi düşündüm ancak eskiye dair ne varsa değiştirmeye o kadar bile gücüm yok anlayacağınız. Problem de şey; sabahları çok somurtkan uyandığım. Bir insandan uyandığında neşeli olmasını beklemek de tuhaf ya! Neyse... Hatta beni uyandırmaya korktuğundan, vereceğim tepkinin kırıcı olacağı ihtimalinden bahsetmişti. Bunu birkaç hafta belirli periyotlarla tekrarlaması canımı ne kadar sıktıysa valizini bizatihi kendi ellerimle hazırlayıp önüne bırakmıştım. Bahsettim ya, birileriyle konu ne olursa olsun uzun uzun tartışmayı hiç sevemedim diye...


2019 baharında İstanbul'a tayin olduğumu öğrenince şaşırmıştım. Beklemiyordum ancak üzülmemiştim de. Ayrılışa yakın, araya sıkışan dokuz günlük bayram tatilini fırsat bilip keşif yaparım düşüncesiyle motosikletime atlar atlamaz kendimi bu şehirde buldum. Dönüşte ise Bolu'ya girmeden motosiklet üzerinde yediğim yağmuru tarif bile edemem. Artık katlanamayacağımı anlayınca önüme çıkan ilk Bolu tabelasından Yaradan'a sığınıp daldım içeri. O anda kapalı, izbe bir yer bularak navigasyona en yakın oteli yazdım ve önünde durdum. İlk karşılaştığımızda beni görür görmez yaşadığı şaşkınlığı henüz dün gibi anımsarım. Haksız da değil hani. İnsan motosiklet ekipmanıyla havuza düşen kaç kişi görür ki hayatında? Dostlarım; nasıl bir yağmur olduğunu siz tasavvur edin. İşte böyle tanıştık. O yüzden henüz dünmüş gibi anımsarım beni görünce yaşadığı şaşkınlığı. Çok güzel geçen yaklaşık beş ayın sonunda, annesinde ciddi bir sağlık problemi baş gösterince ikimizin de tadı fazlasıyla kaçtı. Pandemi süreciyle gelen yasaklar da üstüne tuz biber olunca, üç aya yakın birbirimizi görememezlik durumu karşısında, bu zor günlerinde yanında olmam gerekirken sadece kısa bir cep telefonu mesajı ile bitirdim. Evet, evet! Yaptım bunu...


İşte böyle! Dedim ya; "En büyük kavgayı bugün kendimle yapacağım. Ağzımı burnumu kıracak, dişlerimi tüküreceğim." diye. Size hep hayal kırıklıklarımdan bahsettiğimden olacak, bu kez de hayal kırıklığına uğrattıklarımdan bahsetmek istedim. Aslında bunu yapmayı uzun zamandır düşünüyordum ama bugüne; yani Kadıköy'den kalkan trenle Eskişehir'e doğru yol alırken nasip oldu.