Amerikan asıllı İtalyan yazar Francis Marion-Crawford, 1890’larda İstanbul eseri ile 19. yüzyılın son dönemlerinde İstanbul’a yaptığı seyahatlerden edindiği tecrübeleri ve dönemin toplumuna dair gözlemlediği detayları okura sunmayı hedeflemiştir. Ayrıca eserde Amerikalı ressam Amerikalı Edwin Lord Weeks’in İstanbul’u resmettiği tablolarına da yer verilmiştir.


Marion-Crawford'un ömrünün büyük bir kısmını İtalya’da geçirmiş olmasını bir sonucu olarak Doğu Akdeniz kültürüne olan hakimiyeti, İstanbul’un çokkültürlülüğünü ve dinamik yapısını aktarması açısından kendisine kolaylık sağlamaktadır. Anlatımına İstanbul’un tarihine değinerek başlayan yazar, İslam peygamberinin şehre ve şehri fetheden komutana dair söylediği övgü dolu sözleri ve bu övgüye layık olan Osmanlı padişahının Fatih Sultan Mehmet olduğunu hatırlatmaktadır. Gerçekleşen bu fetih ile Doğu’nun sahip olduğu tüm gizemini sergileyebilecek yeni bir merkeze kavuştuğunu ve Doğu ile Batı’nın belki de ilk kez yüz yüze geldiği bu mücadelede zaferin tüm Doğu toplumlarına mâl edilebileceğini belirtmektedir.

Osmanlı’nın İstanbul’u elinden aldığı Bizans İmparatorluğu’ndan tamamen farklı bir gelenek ve inanç sistemine sahip olmasına rağmen şehri, köklü ve derin bir Rum kültürünün izleri üzerine inşa etmesini Türklerin hoşgörüsü ile ilişkilendiren Marion-Crawford, böylece İstanbul’un tek tip değerlere sahip kozmopolit kentlerden ayrıldığını söylemektedir.

Yazara göre sürekli hareket halinde ve farklı kültürlerin izlerine rastlanan bu şehri gözlemlemeye en uygun mekân Galata Köprüsü’dür. Bu noktada yazarın şehir halkına dair en çok dikkatini çeken özellikler, erkeklerin çoğunluğunun başına taktığı festir. Bunun yanında peygamber soyundan gelen yahut medrese eğitimi almış erkeklerin başlarında beyaz ve yeşil renkte sarıklar olduğunu da belirtmiştir. Kadınların kıyafetleri ise genelde siyah ferace ve burunlarının altına kadar örttükleri beyaz tüllerden oluşmaktadır.


Müellifin, İstanbul’un ruhunu keşfetmek için tercih ettiği mekanlardan bir diğeri ise Topkapı Sarayı’dır. Artık padişahların yaşamadığı fakat kütüphanesinde eski Osmanlı padişahlarına dair portrelerin bulunduğu bu sarayı gezerken yazar, Doğulu yöneticilere dair fikirler edindiğini fakat harem kadınlarının burada da gizemlerini sürdürdüklerini belirtmektedir. Ardından İstanbul sokaklarına ve evlerine dair izlenimlerini paylaşan yazar, harem usulünün halk arasında da hâkim olduğunun altını çizmektedir. Gün içinde dışarıda gerek çalışmak gerekse sosyalleşmek için vakit geçiren erkeklerin ikindi vaktinde evlerine döndüklerini ve evin haremlik bölümünde eşleri ve çocukları ile vakit geçirdiklerini, gelen misafirlerin evin selamlık bölümünde ağırlandığını eklemektedir.


İstanbul’un sakin yerleşim yerlerinin tam tersi olarak çarşının oldukça hareketli ve birbirinden farklı kültürlerin izlerine rastlanabilecek bir mekân olduğunu belirten yazar, Türklerin sıkı pazarlık kültürüne dair izlenimlerini belirtmiş ve çarşıda sergilenen malların Doğu’ya yakışır bir şekilde zengin süslemelere sahip olduğunu eklemiştir. En göze çarpan eserlerin ise İslamiyet’teki canlı varlıkların çizimine dair sınırlar sebebiyle kaligrafi ve çini sanatı olduğunu belirtmektedir.

Yazar, Türklerin ölülerini şehre yakın yerlere yahut şehrin merkezine gömmelerinde bir sakınca görmediklerini ve mezarlarının Hristiyanların anıt yapılarından farklı olarak daha hüzünlü, derin anlamlar taşıyan ve sanatsal güzellikte olduğunu söylemektedir. Buna karşın din ve devlet adamlarının mezarlarının çok daha büyük ve ayrı mekânlarda olduğunu, halkın buraları ziyaret ederek dua ve dilekte bulunduklarını belirterek türbe kültürüne değinmektedir.

Anlatımlarına İstanbul’un merkezinin dışında kalan diğer yerleşim yerlerine değinerek devam eden yazar; Boğaziçi, Üsküdar ve Fenerbahçe’nin sakin ve göz doldura sahil manzaralarına sahip olduğunu fakat padişahın sarayının bulunması sebebiyle Beşiktaş’ın, yoğun yerleşim yerlerine sahip oldukları için de Pera, Haliç ve Galata’nın oldukça kalabalık ve hareketli olduğunu söylemektedir.


Osmanlı yöneticilerinin ve halkının hoşgörülü ve farklılıkları kabullenici yapılarına rağmen İstanbul’u Doğu’nun parlayan yıldızı olarak gören Crawford, İstanbul’a sahip olmak isteyen toplumların aralarındaki çekişmeyi nesiller boyunca devam ettireceğini ve İstanbul’un her daim değerli kalacağını belirterek anlatımlarına son vermiştir.