Dışarda insanlar bardaktan boşanırcasına yaşıyor. Buradan bakınca sanki hiçbirinin ayağı taşa takılmamış gibi geliyor. İçlerinden biri durup da nereye gidiyoruz diye sormamış gibi. Kimse koşuşturmaktan yorulmamış gibi, durup dinlenmeye ihtiyaçları yokmuş gibi, kimse sevdiğinden ayrı düşmemiş gibi, yahu sanki içlerinden kimse ölmemiş gibi bir yerlere yetişmeye çalışıyorlar. Şu an bunun farkında değiller ve muhtemelen de haber değeri taşımayan bir haberim var hepsine. İçlerinden ben öldüm. Kırk beş saniyelik şehit haberleriyle aynı kaderi paylaşıyorum. Şehit haberleri sunulurken, ben ise ölürken dikkat çekiyoruz. Sonra ne mi oluyor, spiker diğer habere geçtiğinde kanalı değiştirenler, ben öldükten sonra kafalarını çevirip varış noktası belirsiz koşuşturmalarına dönüyorlar.



İnsanlara baktığım pencere her zaman buğuludur. Kaldıramayacağı gerçekleri hayal gücüme bırakır. Penceremin aksine hiçbir gerçeği hayal gücümün kaderine bırakmam. Bazen bu erdemli davranışımın tanrıya örnek olmasını istiyorum. Bizi kaderimizin kucağına atmış olması fikri çok acımasız geliyor çünkü. Her neyse.



Kitapları çok severim fakat okurken uykum geldiği için okumuyorum. Yazmaya bayılırım fakat yazarken mutlaka bir cümlenin öncesinde veya sonrasında duraksayıp dalar giderim. Yazılması gereken koca bir dünya gözlerimin önünden geçer gider. Sonrasında yazmaya dönen kalemimin mürekkebinin olmadığını fark ederim. Gidenlerin ardında yazılacak yahut yazılmaya değecek bir şey kalmamıştır. Bu şeylerin en değersizi ise elinde mürekkebi bitmiş bir kalem tutmaktadır.