Arkadaşım “bana gel” dediğinde tereddütsüz hemen onun evin yolunu tutmuştum. Sesindeki tını beni tedirgin etmişti. Açıkçası daha önce de onu moralsiz görmüştüm. Böyle zamanlarda iki lafın belini kırar; alakasız, saçma sapan konular etrafında laflar ve kafamızı dağıtırdık. Evinden içeri adım attığım anda bu sefer bunun yetmeyeceğini anladım.
Ben geldiğimde salonda oturuyordu. Çay demlemiş, kendisine demli bir bardak doldurmuştu. Bir şey demeden mutfağa yöneldim. Bardakların yerini biliyordum. İnce belli bir bardak kapıp deme dem, dişe diş hesabı doldurdum bardağı. Parmak uçlarım yana yana tuttum ve geçtim yanına.
Açtığı televizyonu izlemediği belliydi. Genellikle evde ses olsun diye bile televizyonu açmazdı. Zaten almaya da ben ikna etmiştim. ''Maçları daha rahat izleriz'' deyip kanına girmiştim. Maç günleri kanımıza usulca işleyen alkol bugün yerini tavşan kanı çaylara, maç varken yoldaş olan televizyon yerini anlamsız sesler vızıldayan aptal kutusuna bırakmıştı şimdi. Her şey yerli yerindeydi ama hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi.
“Yoruldum” dedi.
Cevap vermedim. Bunun diyalog gibi görünen bir monolog olduğunu anlıyordum.
“Derin izlerde yahut derin dehlizlerde kendi sesinin yankısından başka ses arar ya insan. Eline yumuşak kum ya da köşesiz çakıl taşları geleceğini düşünürken kaktüs iğneleri batar ya, işte tüm yılgınlığa rağmen açık denize kafa tutabileceğini, derinlere açılmaya hâlâ aç olduğunu bilirsin ya içinde, ben artık boyumu geçmeyen sığlıklarda bile boğuluyorum. Çocukça cesaretimi kaybettiğimi anlıyorum. Her şeyi yapabileceğime dair o aptalca inancın kırıntılarını sembolik beyaz güvercinler yedi bitirdi. Bana özgürlüğümün hayali kaldı. Derim vücuduma dar, tenim bedenime ağır gelir özgürlüğü özlediğim an. Ben omuzlarımda kendi cenazemi bu kadar erken yaşta taşımayacak, hep arayacak, deşecek, dehşete düşecek, korkacak, bekleyecek, unutacak, hata yapacak, tekrara düşecektim. Sadece düştüm. Derin dehlizlerde yankı duyduğum kendime düştüm. Basit sözlerin ağzımdan dökülmesini istiyorum. Söylemek istediklerim soğuk havada soluduğum soluğum gibi boğazıma yapışıyor, alacaklılar gibi sarılıyor, öldürecek gibi bırakmıyor beni. Her konuşamadığımda ayağımın altından dünya çekiliyor. Yörüngesinden şaşmış bir gezegen gibi dört dönüyorum. Başladığım yere geldiğimde bir yılım tamamlanmış ama dört mevsimim yaşanmamış oluyor. İhtimallerim, cebimde çocukluğumdan beri taşıdığım bilye gibi. Çıkarıp göstermekten korkuyorum, biri alıp kaçar diye. Arı kovanına çomak soktuğum da yok. Ağzım yandığı için üfleyerek yediğim yoğurda biraz bal katabilmek derdim. Geriye dönük çocukça hasretleri yeni birilerinde bulmak asıl istediğim. Ama kelimelerim yok. Hafızam silinmiş gibi. Hafızam girmeye korktuğum derin denizlerin kıyısına yazılmış kelimeler halinde. Dalgalar geliyor, dalgalar gidiyor, dalga geçiliyor benle. Korkaklaştığım gerçeğini gerçek ben yüzüme vuruyor. Yaratıcılığımı da kaybettim. Yeni bir şeyler arayışım son buldu. İnandığımın tam tersine hiçbir şey yapmadan bir şeylerin değişebileceği ihtimali var elimde. Elimi açıp onu da salıvermek üzereyim.”
Bazı zamanlar karşınızdakinden uzun konuşmanız, onu bastırmanız gerekir, bazen onu onaylamanız ve söylediklerinizle sırtını sıvazlamanız, bazen de lafı uzatmadan tek cümlede bıçak gibi kesip atmak gerekir. “Bizim yorgunluğumuz kafa yorgunluğu, düşünerek içine çekildiğimiz bir çıkmaz.” dedim dostuma.
İşin içinden çıkamadık o gün. 21. yüzyılın hediyesi mental yorgunluğu taşıya taşıya işlerimize devam ettik. Ya ne olacaktı? İntihar etsek gazete haberi, kaleme alsak hikaye karakteri olacaktık. İkisini de olamadık. İşimizden zamanımız mı vardı sanki?