Körsün, kör ve sağırsın. Görmüyor ve duymuyorsun. Devasa acılara şahitlik ediyor, tüm o devasa acıların çocuklarını evlat edinip besliyorsun kendi ellerinle. Besliyor ve büyütüyorsun. Gebe kalıyorlar kötülüklere, gözlerin kapalı salıveriyorsun onları sokaklara. Bu sokaklar pis kokuyor. Bu sokaklar karanlık. Yürümeyi dahi bilmiyorsun. Oysa bacakların sağlam, kahverengi, eski pabuçların ise tertemiz. Ayda yılda bir attığın tüm bu adımlar neden kirletir oldu basamakları? O sokaklardan geçiyor ve izbe duvarlara yasladığın sırtına yüklüyorsun tüm yükleri. Acınası çığlıklar duyuluyor en karanlık köşelerde, elinde bir fenerle yaklaşıyor ve öldürülen o kadının yanından geçip gidiyorsun. Kanla bir olmuş kaldırımlarda bırakıyorsun ayak izlerini, o köşebaşından geçen herkes takip ediyor seni. O sokaklarda, o gece bir anne, bir genç kız, bir kadın, bir insan katledildi... Yolun sonu eski bir parka çıkıyor, küçükken gittiğin o anaokulunun hemen yanındaki bir çocuk parkına. Parkta hiç çocuk yok. Oysa salıncaklar sallanmak için değil midir? Neden düşüyor bu çocuklar? Gülmesi gereken zamanda bir başına ağlayan o çocuğu görüyorsun, parkın hemen ilerisinde, bir ağacın arkasında öylece oturuyor. Yapayalnız. Bir el uzatsan onu kurtaracaksın belki, dindireceksin gözyaşlarını, öğreneceksin sebeplerini fakat sen yalnızca bakmakla yetiniyor ve çıkıp gidiyorsun oradan. Dümdüz yürüyorsun, ayak izlerinde artık kan yok, çocuğun gözyaşları temizliyor onları. Paçaların ıslanıyor, yukarı topluyorsun pantolonunu. Küçük çocuk daha çok ağlıyor, uzaklaşmana rağmen duyuyorsun onu.


Sonra bir deniz kenarı oluyor durağın. Denizin o hırçın, masmavi dalgalarını bile delip geçen bir ses var, bu kötü bir ses, biliyorsun. Hayır, bunu hissediyorsun. Birileri bağırıyor birilerine, kalpler kırılıyor. O çatırdamaların sesi dahi yankılanıyor kulaklarında lakin sen gidip de susturmuyorsun kimseyi. Yerden toplamıyorsun o kırıkları, basıp geçiyorsun üstlerine. Birileri durmadan bağırırken sen asla konuşmayacağına dair sözler veriyorsun kendine. Ayakkabılarının içine kumlar giriyor, nasıl olsa kirlendi diyor ve çıkartıp koyuyorsun bir köşeye. Tam ilerleyecek ve denize sokacaksın ayaklarını, daha 5 dakika önce bağırırken duyduğun o kişi, şimdi bir köpeği ağlatıyor, çaresiz köpeğin inleyişleri birden çınlıyor kulaklarında. Başını önüne eğiyor ve tekrar kapatıyorsun kulaklarını. Denizin dalgaları seni alıp götürüyor uzaklara, hiç şikayet etmiyorsun. Senin istediğin de bu zaten; gitmek. Bu sefer olduğun yer kirli bir sokak değil, kimsesiz bir çocuk parkında da değilsin, hayır. Bu sefer olduğun yer kalabalık, işlek bir cadde. Sonunda, diyorsun kendi kendine. Gülümseyecek, selam verecek birilerini arıyorsun. Sohbet edebileceğin, mutlu ve zararsız birileri... Fakat kime baksan başı önüne eğik, elindeki telefonla oynuyor. Gördükleri başka hiçbir şey yok. Kimisi önünde duran ağacı bile son anda fark ediyor. Öyle ki bazen yanında kimin olduğunu bile unutuyorlar. Oysa gökyüzü çok güzel, hem burada canı yanan çaresiz kadınlar, ağlayan köpekler ve kimsesiz çocuklar da yok. Neden kimse farkında değil sahip olduklarının? Yüzlerce insanın içinde, kalabalıklarla dolu o caddede ansızın yapayalnız hissediyorsun. Rastgele bir eve giriyor, geziniyorsun odalarında. Güzel bir ev burası, müstakil bir ev. Minik bir bahçesi ve rengarenk çiçekleri de var... Sonra girdiğin ilk odada birbirine nefretle bağıran bir çift görüyor gözlerin, ardından önünde uzanan o koridora bakıyorsun, orada da bir çocuk. Titriyor, sanırım korkudan. İlerliyorsun ve başka bir odaya giriyorsun. Bir ayna karşılıyor seni odada. Kendine bir bakıveriyorsun yıllar sonra. Ne de çok yaşlanmışsın öyle! Gözlerine sardığın o bembeyaz bez, tüm kötülüklere şahit olduğundan kir bulaşmış üstüne. Artık beyaz değil, simsiyah. Çıkartıyorsun bezi, sımsıkı kapattığın kulaklarını açıyor ve indiriyorsun ellerini. Sıkı sıkı tuttuğun nefesini bırakıyorsun. Kan kokusu hücum ediyor ciğerlerine, gözlerin doluyor ama gözyaşı değil akan. Kulak zarının patladığını hissediyorsun birden. Sonsuz bir çınlama hücum ediyor beynine doğru. Bunca acıya sessiz, kör ve sağır kalmanın cezasıdır bu çektiğin.


Bir yumruk indiriyorsun aynaya, paramparça oluyor yüzün. Senin adın ne? Senin adın insan. Sen bu çivisi çıkmış dünyanın leş düzenine ayak uyduran milyonlarca esirden yalnızca birisin ve fakat senin de bir vicdanın var. Biliyorsun, ne ölümüne sessiz kaldığın o kadın bırakacak peşini ne elini uzatmadığın o çocuk ne başını okşamadığın o köpek ne de yerden kaldırmayıp üstüne bastığın o kalp kırıklıkları... Bir yuva yıkılacak ve o çocuk her gece mutsuz uyuyacak. Senin ise her gece kabusların olacak bunlar. Toprak altına girene kadar sırtında bu yüklerle yaşayacaksın. Kim bilir belki toprak dahi kabul etmeyecek seni. Açtığın gözlerini tekrar kapatacaksın ve yolun sonu gelecek. Belki de zamanında arkana dahi bakmadan kaçtığın o karanlıkları bile bu sefer göremeyeceksin.