Ter içinde uyanmıştım. Bir rüyadan mı uyandım yoksa bir gerçeklikten mi uyandım, bilmiyorum. Bunu daha önce yaşadığıma yemin edebilirim. Uyandığımda anladım, birileri benim peşimdeydi. Her şey planlanmıştı, aklım başımda değildi. Bir partide olduğumu hatırlıyorum, muhtemelen her şey orada başlıyordu, kendimi kalabalıktan atıp evimin yolunu tutacaktım. Önce bir firmaya uğramam gerekiyordu, oraya geçip işlerimi hallettim, sonra ofise geçtim ama mac'imi orada unuttum. Ofise gidip almam gerekiyordu ama aciliyeti yoktu, şahsi ve iş telefonumun yanımda olması yeterliydi ve de tabii ki şarj aletimin. Bir otel bulup kalacaktım, sabah 6'da uyanıp okula, sınavıma gidecektim. Beyoğlu-Taksim taraflarında bir otel bakınmaya başladım. Köşede nezih duran bir otel vardı, içeriye girdim, fiyat bilgisi aldım, çıktım. Otel benim için uygundu. (Neden eve dönmeyip otelde kaldığımı soracak olursanız şiddetli bir yağmur başlamıştı, eve dönmem imkansızdı, saat çok geç olmuştu, ne bir taksi ne başka bir şey yoktu ve ofise bile dönebilecek durumda değildim; bir yerde uyuyup, sabahında sınavıma girip hayatıma devam edecektim.) Otelin yanında bakkal gibi bir yer vardı, oraya uğradım, orada garip bir şeyler hissetmeye başladım. O sırada çoktan olayların içine girmiştim bile, olmamam gereken yere çoktan geçmiştim bile. İnsanlar tuhaftı, soru sorduğunda yüzüne boş boş bakıyorlardı, "Üstünde ne varsa o." diyorlardı. Her yer tarihi geçmiş, bozuk ürünlerle doluydu; tüm bunlar daha önceden yaşanmış ve yine yaşanıyordu, anlayamıyordum, hatırlıyor gibiydim ama anlayamıyordum, basit bir dejavudan ibaret olduğunu sanıyordum. Bakkaldaki iğrençliklerin üstüne oradan uzaklaşmayı tercih ettim. Oradan çıkıp soluma döndüm ve telefonlarımın yanımda olmadığını fark ettim, tam gerekirse yürüyerek bile olsa ofise dönmeyi planlarken -çünkü en yakın yer orasıydı- birden her şey cebimden çıkıverdi. Ve bu sırada trafikte arabalar birbirinin içine girmişti, arabaların arasından geçebileceğim bir mesafe kesinlikle yoktu, üstlerinden atlasam çok sorun olur muydu acaba diye düşündüm. Yağmur gökyüzünden boşanırcasına yağmaya başlamıştı, üşüyordum, soğuğa dayanamıyordum. Daha önce sıcak kırmızı şarap içmediğime yemin edebilirim ama canım; o gördüğüm, birbirinin aynısı olan, bana Fransız mimarisini hatırlatan otelleri gördükçe kadeh kadeh kırmızı şarap içerken sıcacık odamda yağmuru izlemek istiyordu. Hepsi birbirinin aynısı olduğundan en yakınımdaki otele doğru -hemen sağımda kalıyordu- ilerlemeye başladım. Kapının önünde oturan bir adam vardı, hemen ayağa kalktı yardımcı olmak istediği için. İçeriye doğru beraber yürürken tek gece kalacağımı belirttim. O kapıdan girdiğim an her şey için çok geçti. Elime bir dürbün verdiler ve gözlerimi ölçmeye başladılar. Dürbünün deliklerinden baktığımda küçük bir kız çocuğu ayakta duruyor, yanında babası olduğunu düşündüğüm bir adam sandalyede oturuyor, elinde uzun bir tüfek, bir ucunu yere yaslamış, her an gökyüzüne ateş edecekmiş gibi bana bakıyordu. Biraz sararmış çimlerin üstünde duruyorlardı, kız çocuğunun bir eli babasının omzunda, diğer eli de tüfeğin üstüne bağlanmış ip gibi bir şeydi. İlk gördüğümde o ipin o tüfeği nasıl taşıdığını düşündüm, bu pek mümkün gözükmüyordu. Kız çocuğunun o ince telli saçlarının bile sallanmadığı bir rüzgar vardı ve bu rüzgar tüfeğin üstündeki ipi, tüfekle çocuğun elleri arasında usul usul sallıyordu. Ben bu düşüncelerin içindeyken dürbünü gözümden çekti yanımdaki adam. O dürbün benim gözüme ne ara gelmişti anlamış değilim.

...