Canavarlardan korkmam. Ama bazen, gölgeler hoplatır yüreğimi.


Sanki bir pandomim sanatı icra ediyorlar, gölgeler. Yaprakları aşağı sarkan uzun bir dal o, biliyorum ama sanki beynimin içindeki uzantısız bir nörona benziyor. Bir diğerine yaklaşmakta olan, birbirlerine yaklaşıp uzaklaşarak tuhaf bir dans gösterisi yapan şekilsiz nöronlar... Ve pencerenin demirleri ardında, ama hayır, korkunç bir hücrenin içinde kilitli, parmaklıkların en ardında duruyor onlar. Çok önemli bir pandomim gösterisi ediyorlar.


Belirsiz bir rüzgar evimin perdelerini sürükleyen, yollardan hızla ve aniden geçip giden motorlular, yanı başımda uyuyan bedenlerin uykudaki solukları ya da tanıyamadığım, dışarıya ait, adsız sesler... Bir arabanın çarpan kapısı ve adımlar, bir elin parmağına asılı olduğuna emin olduğum birbirine çarpan anahtarların sesi...

Canavarlardan korkmam. Ama bazen sesler sımsıkı kapatıverir gözlerimi.


Çocuklar, yine bir motor sesi, bu kez uzaklardan, sonra ıslık, şimdi yakından bir motor ve hiç kesilmeyen o çocuk sesi...


Ve bedenim uzanmış koltuğa. Bir hayal kuramıyor. Bir hayal aciz kalıyor zihnimin gözlerini sımsıkı yumduğu o yerde. Avunamıyor. Dışarıda olmaktan nefret ediyorum ölesiye ama içerisi... İçerisi beni daha az korkutmuyor. Kalbim yavaş, soluğum düzenli, sesler az biraz durgunlaşmış ama aklıma henüz gelen, düşünmeye vakit ayıracağım hiçbir gerekli bir şey bulamıyorum. Sanki itilmiş, ezilmiş ve yeniden bir şeyleri sırtlayamayacak kadar yeniğim. Muaf, özgür, hafif ama, ve yine de korkulu.


Bana ait olmayan bir ses duyuyor gibiyim derinlerimde. Ama işitemeyeceğim kadar uzak o. Sanki o can çekişiyor en içlerimde, en kuytularımda ama ben kılımı bile kıpırdatmıyorum. Duymuyorum onu. Dinlemiyorum. Bilhassa kulak asmıyorum. Çünkü ben yalnızca dışarıdaki seslere alışmışım.


Çocuk sesleri, yan evden gelen tabağın masaya değdiği an çıkan o mekanik ses, perdenin hareketi ve esintinin ağacın dallarında gezinişi, hırpalayışı onları...


Gözlerimi kapıyorum. Canavarlardan korkmam ben. Gölgeler içimde yürüyor. Bu kez sessizler, en az bir pandomim kadar. Dansının hareketini duyuyorum ama sesi, sesi yok işte. Ama çabalamıyorum bile ben. Gözlerimi kapıyor ve yetiniyorum bununla. Yüreğim cayır cayır yanan bir orman gibi tütüyor. Hiçbir önlem almıyor, elimi yavaşça uzatıp göğsüme koymuyorum bile. Orada, uzak uzak yanan ve biten o yürek bana ait değilmiş, benden bir parça değilmiş gibi seyrediyorum.


Duyamadığım bir gürültü var. Sesleri birbirine katan, perdemi oynatan rüzgarın yönünü sapan, zalimce içimde sanki tüm nöronları yıkıma sürükleyen, bildiğim o hışırtı seslerini birbiri içinde kaynatan ve adlarını silen...


Bedenim koltuğa uzanmış, kalbim durasıya atıyor. Yanı başımdaki soluklar kadar uykudayım, uykuda ve habersiz. Öyle sessiz, öyle kayıtsız ve duyarsız.


Canavarlardan korkmam ben. İçimde kıpraşan bir şeyler var. Gölgeler soldu ve ne zaman duymadıysam o sesi, tam içimdeki, en ücramdaki, yüreğimdeki o sesi, dışarı o vakit dışarı oldu.