Elimde kitaplarla şöyle yeşil ve sakin bir yerde yürümek ne de güzel olurdu. Takılmayacağını, bir insana çarpmayacağını, bir çukura düşmeyeceğini bilmeden, rahatça okumak. Günlük hayatta da yapılabilir elbette. Ben birkaç defa denemiştim. Metronun sanki metroya değil de sonsuz bir griliğe ve soğukluğa götüren merdivenleri bunun için çok uygun bir ortam mesela. Bir de elimizde kitaplarla yürümenin güzelliği ve gücü var tabii. "Bilgi güçtür" diye boşuna demiyorlardır herhalde. Üniversitenin ilk günlerinde yaklaşık 500 sayfalık kitapları okula götürüp getirirken anlamıştım güç olduğunu. Hoca bazen sadece yarım sayfa işliyordu kitaptan. Ama ben, her denileni yapmaya öncü olan ben, uzun bir süre böyle gidip geldim. Sonunda kitaplarla kolum arasında bir tercih yapmam gerektiği zaman başka bir şeyler düşünmeye başladım. Sırt çantası denilen şey elbette icat edilmişti. Ama ben yeni yeni bunu düşünmeye başlamıştım. "Hayır yani, ben üniversiteye başladım. Sırt çantası falan takamam." gibi komik düşüncelerim de vardı galiba. Çoğu şeyi bilmediğimi, yanlış bildiğimi çok sonraları anladım. Zaten yaşamak da böyle bir şeymiş, diyor içimdeki çok bilmiş ses. Ama yine de ne zaman elimde kitapla yürüsem mutlu olurum. Okumasam bile. Ağır olsa bile. Bu aralar genellikle koridordan mutfağa doğru yürüyorum kitapla beraber. Çarpabileceğim hiçbir şey yok. Düşeceğim bütün çukurlara da düşmüş gibi hissediyorum zaten. Annem geçen gün sordu; ders kitabı mı o, diye. Ders kitabı, dedim. Billy Budd, benim için bir ders kitabı oldu sonuçta. Onu okuduğum zaman okyanuslara açılıyor, bu fotoğrafa baktığım zaman da yeşillerde yürüyorum.