Sildim ben o günü o aydan ve hafızamdan. Bir gün eksik yaşarım ben, 364’tür benim mesela bir yıldaki toplam günüm. Bazı zamanlar bir yılda sadece o günü bırakırım takvimimde. Sağ çıkamam her seferinde o günden, mutlaka bir kez vururlar sırtımdan o günkü gibi ve her defasında ilk kez vuruluyormuşum gibi ölürüm. Bazen yalnızca ölürüm ve bir tek o gün yaşarım. O gün yaşarım ki ölmenin yaşamakla bir ilgisi olmadığını tekrar tekrar anlatmış olayım kendime. Beni vurdular bir eylül sabahını gösterirken takvimler ve saatler. Elleriyle boğdular tüm gençliğimi, soyut geleceğimi somutlaştırıp verdiler ellerime. Yüzlerinde donuk bir bakış ve acımasız bir gülüş vardı, kimse bu kadar kötü olamaz derken önceleri o gün herkes bu kadar kötüye evrildi cümlelerim. Zamanla zaman kavramım değişti, saatlerim tersinden işlemeye başladı. Günlerim artık ortadan başlıyor, sonuna bir türlü kavuşmuyordu. Bir günüm tamamlanmıyordu ki ertesi güne geçebileyim. Böyle böyle kavrulduk yağında zalimlerin. Bir süre sonra değişen artık sadece ben oldum.
Aylarca komada kalmışım meğer, uyandığımda hatırlamıyordum kendimi, kim olduğumu, bambaşka birine çevirmişler beni; her şeyimi yenilemişler. Bir kutu gösterdiler, uyanmanı bekledik atmak için, dediler. Ne olduğunu soramadım içinde. Sorarsam aylarca yattığım komaya geri girecek gibiydim. Atabileceklerini söyledim. Söylediklerine göre içinde tüm geçmişim ve o gün varmış. Bundan sonra 364 gün yaşayacaksın, bir yıl da eğer eksik gelirse bir şeyler o günün kaybındandır, peşine düşme sakın diye de bolca tembihlediler. Koğuş gibi bir yerdeydim, neler olduğunu dahi soramıyordum. Tek bir soru sorma hakkım vardı. Onu da “unutmayı ben mi istedim”den yana kullandım. Tanınmış mıydı bana bu hak, ben mi seçmiştim bunu? Bu denli unutmayı, bu denli eksilmeyi ben mi istemiştim gerçekten? Öğrenmem gereken sorunun bu olduğuna karar verdim. Sonucu neyi değiştirecekti ki diye söylensem de kendime bundan yana kullandım hakkımı.
“Hayır, unutmak zorundaydın.” cevabını alınca neye uğradığımı şaşırdım. Bağırmaya başladım öyle çırpınır gibi korkuyla. Korkuyla evet. Korkuyordum çünkü bağırdığımı sanırken bağıramadığımı, çığlığımın bile artık rahatsız edici bir sessizlik olduğunu fark etmiştim. Çıkamayan o sesi içimde hissetmenin acısını yaşıyordum. O günle birlikte sesimi dahi almışlar benden çünkü. Böyle böyle mi fark edecektim eksiklerimi, boşluklarımı, bu daha çok can acıtmaz mıydı? Neden unutmak zorunda olduğumu yıllar geçince anlayacağımı, her şeyin en ince detayıyla anlatıldığı bir defterim olduğunu, kutuyla o günü anımsatacak her şeyin atıldığını, sadece o defterin saklanıldığını söylediler. Defteri istemedim. Zaten onların da vermeye niyeti yoktu. “Ya yeniden aynı kişiyle olursam onu gördüğümde?” diye sordum, bunu bilmeden yola devam etmem gerekmiş. Gerçek kılan da buymuş. Anlamadım hiçbir şey fakat sorgulamadım da. Yeniden deftere geldi konu, yerini sorduğumda söylemediler, belli bir zaman sonra vereceklermiş, zaten gelecekmiş kapıma. Hazırladılar beni güzelce. Aynada kendimi ilk gördüğüm anda yüzümde oluşan birkaç deliği gördüm yüzüme aynadan dokunmaya çalışırken. Arkadan şefkatli bir el geldi ve yaralarıma merhem sürdü, ne oldu oralara, diye sordum. O günden kalma, bilerek iyileşsin istemedik, izlerin seni sen yapan olgulardı, dediler. Teşekkür ettim. Aynadaki yansımama bakarken eski halimi bilmeden yeni halimi epey sevmemin manasızlığı arasında garip bir huzur fark ettim kendimde. Hissettiğim şeyin huzur olduğunu da onlar söylediler… Tüm hislerin adlarını ve tanımlarını ezberlettiler bana ardından. Yeniden doğmuştum fakat yaşım yirmi beşti.
Recep Gül, 25 Yaş şiirinde şöyle der:
“İşte yirmi beş yaşındasın.
Bir ömrün mezarı başındasın”
Ömrümün mezarının başında oturuyordum ben de öylece sere serpe. Ağlasam neye gülsem neye bu tepkiler neye niye? Hiçbir şey bilmiyordum. Hep yeniden doğmak istediğimi dile getirdiklerinde bunu yaşamanın nasıl hissettirdiğini asla tam anlamıyla anlayamayacaktım, bunu anladığımda da zaten ne hissettiğimi bilmiyordum. Önceki hayatımın anıtında yazanları okumaya daldığımda bu ben miymişim diye tekrar tekrar okuduğumu fark ettim. Tanışmamız böyle başladı onunla. Koğuşumdan çıktığımda benimle birlikte çalan çana doğru bakan yüzlerce kişi de aynı anda kapıya çıkmıştı. Yani koğuşlardan hep birlikte çıkmışız. Burası nasıl bir malikaneydi hiçbir fikrim yoktu. Tanıyor muyum bunları dediğimde seninle birlikte ölenler dediler. Bir gün nasıl böyle bir katliama yol açabilirdi, akıl sır erdiremiyordum.
— Onlar hatırlıyorlar mı peki?
— Hiç kimse bir şey hatırlamıyor. Hepinizin hafızasından o günü ve o güne ait olan her şeyi sildik, sadece içlerinde bazılarının birkaç günü daha eksik takvimlerinde ve hepiniz kendi eksik takvim yapraklarınızı bulduğunuzda tamamlanacaksınız ancak. Şimdilik bizim yapabileceğimiz bundan ibaret, defterleriniz elbet bir gün… Ay karanlığındaki diyarınızdan güneşli güzel günlerinize…
Çıkardılar bizi oradan, birkaç adım attıktan sonra geri döndüm. Bir şey vardı bilmem gereken. “Peki ya o günün katilleri? İyiler mi, neredeler şimdi?” demekten kendimi alıkoyamadım. Yüzüme yüzüme binbir ileti dolu bir şekilde gülümsedi. “İşte bu yüzden Finifugal, işte bu yüzden yok takviminde o yaprak senin. Hoşça kal.”
Dışarıda oluşan kalabalıkla uzun uzun bakıştık, hepimiz birbirimizin canıydık belliydi bizi bağlayan bir şeyler vardı. Yeniden tanıştık birbirimizle, sözleştik sonra yine aynı yerde bir kuşluk vaktinde elimizde defterlerimizle diye… Vedalaşıp ayrıldık. Dövme yapmışlar hepimize Shakespeare’in şu sözünü:
“Sahip olamadıklarına ulaşmak için çabalarken sahip olduklarını unuttuğun için mutsuzsun.”
Bu söz üzerine yazılabilirdi binlerce makale ve binlerce hikaye. Bize sadece şunu söylemekle yetindiler:
“Sizin hikayenizin eksik günü sizi tamamlayan en dolu gündü. O gün sahip olduğunuzu sandıklarınıza aitti size değil. Üzülmeyin bu yüzden siz bu söze çünkü sizler yalana doğan bir günün gecesini etmeden sildirdiniz takvimlerinizden. Şimdi gerçeğini arama vaktiniz geldi. Unuttuğunuz günü hatırladığınız gün takvimin eksik yaprağını seveceğiniz gündür.”