Varoluşumuzun ilk anından son anına kadar hiç durmayacakmış gibi görünen bir çark dönmeye başlar, akreple yelkovan birbirini kovalar. Tik, tak, tik, tak...
Saat 06.00
Boğucu bir yaz gecesi bitmek, güneş doğmak üzereydi. Genç kadının gözleri uykusuzluktan kızarsa da uyumamakta direniyordu. Yıldızları izlemeyi tercih ederdi elbette; lakin gece yarısını çoktan geçmesine rağmen şehrin sönmeyen ışıkları, yıldızların üstünü bir örtü misali saklamıştı. O da sırtüstü uzanmış; küçükken tavana yapıştırdığı, karanlıkta parlayan yıldızları izlemekle yetiniyordu. Tavanın pürüzlü olmasından ötürü yıllar içinde birçoğu düşmüştü. Yıldızları yerine koymak istese de yıldızlar özelliğini kaybettiği için düşen yıldızların gökyüzündeki yeri boş kalmıştı.
Kaç saattir uyumadığını bilmiyordu. Nasıl olsa bu, düşünmekten uykusuz geçirdiği ilk gecesi değildi. Uykusundan feragat edecek kadar çok seviyordu düşünmeyi. Kaybettiği zamanını, korkuları yüzünden gerçekleştiremediği hayallerini, itiraf etmekten çekindiği gerçekleri, üzerine yapışan etiketleri ve istememesine rağmen omuzlarına yüklenen sorumluluklarını...
İlk nefesimizin ciğerlerimizi yakıp kavurduğu o andan itibaren upuzun bir yol beliriverir önümüzde. Asla sonu gelmeyecekmiş gibi görünür. Bacaklarımızın arşınlamaya cesaret edemeyeceği uzunlukta bir maratondur bu.
Çoğu zaman engeller çıkar önümüze. Tekrar sabah olmayacakmış gibi, güneş bir daha doğmayacakmış gibi görünür. Hapsolduğumuz karanlık sonsuza dek sürecekmiş gibi gelir bizlere.
Saat 06.30
Genç kadın, sol gözünden akan bir damla gözyaşını sildi ve küçük elleriyle ağzını kapattı sıkıca. Duyulmasını istemiyordu hıçkırıklarının. Ona güçsüz olduğunu söyleyenleri haklı çıkarmak istemiyordu.
Ağlamak isteriz bu upuzun yolda, izin vermezler. Dinlenmek isteriz, "vakit yok" derler. Vazgeçmek istediğimiz anda kulağımıza ilişir fısıltılar: "Bu günler de geçecek." Vazgeçmekten de vazgeçeriz bir yerden sonra. Durmayı, düşünmeyi, sorgulamayı unuturuz. İstemeden de olsa girdiğimiz bu yarışta, birinci olmak için daha hızlı koşarız. Yolun sonunda bizi neyin beklediğini bilmeden. Hırs, kör eder gözlerimizi. Etrafımızdaki güzellikleri görmeyi reddederiz. Elimiz, kolumuz bağlıdır; tüm engellere rağmen birinci gelmek isteriz bu yarıştan. Daha fazlasını isteriz, daha fazla çalışırız, daha fazla kazanırız. Yine de yeterli gelmez.
İnsan öyle gariptir ki, doyumsuzdur. Hem güzelliklere hem de çirkinliklere...
Saat 07.00
Genç kadın öğrencilik yıllarını, üniversite sınavında bir soru daha fazla yapmak isteyen her öğrenci gibi, dersi dinlemek yerine pencere kenarındaki sırasından oyun parkında oynayan çocukları izleyerek geçirmişti. Salıncakta sallanmaktan oldukça memnun görünen ufaklıkları izler ve hayal ederdi, eğer ona tekrar çocuk olma şansı tanınsaydı neler yapacağını. Mesela, ailesinin hasta olacağını söylemesine ve tüm itirazlarına rağmen daha fazla dondurma yerdi. Yürümeyi ilk öğrendiği zamanlar düştüğünde canı yanmasa dahi ağlardı, annesine ve babasına daha çok sarılabilmek için. Babası ona bisiklet binmeyi öğretirken hemen vazgeçmez, dizleri yara olana kadar pes etmezdi. Böylece bisiklet binmeyi bilmediği için arkadaşları onunla alay etmezdi. Dışarı her çıktıklarında, balon alması için annesine daha çok ısrar ederdi. Ve ana sınıfında hoşlandığı ilk çocuğa onu sevdiğini söylerdi.
Yolun sonunda, bitiş çizgisini gördüğümüz o anda, geriye dönüp bakarız. Feda ettiklerimiz kazandıklarımıza değmiş mi diye. Pişman olup olmayacağımız meçhul. Aslında yolun başı, sonu fark etmez. Her yerde, bilinmezliklerin tam ortasındayız.
Saat 07.18
Genç kadın, güneşin doğuşunu izlemeyi çok seviyordu. Ufuk çizgisinden doğmak üzere olan ve yavaş yavaş geceyi aydınlatmaya başlayan güneşi izledi bir süre. Hayatın tüm o yorucu düzeninin içinde, huzurla güneşin doğuşunu seyre dalabildiği için mutluydu.
Gökyüzündeki tüm renklerin iç içe geçmiş hâli gözler önüne serilirken genç kadın hayranlıkla kusursuz manzarayı izliyor, birkaç dakikalığına da olsa yıkıntılar içinde olduğunu unutabiliyordu.
Gecenin tüm karanlığına rağmen güneşin yeniden doğuşunu görmek, onun bugün de vazgeçmemesi için yeterli bir nedendi.
İçeri dolan soğuk hava, genç kadının ceketine daha sıkı sarılmasına neden oldu. Gözlerini kapattı ve esen rüzgarın parmak uçlarıyla, yüzünde bıraktığı izlere gülümsedi. İşte bu his, paha biçilemezdi.
Uykuya daha fazla direnemeyen bedenini yavaşça yatağa bıraktı ve uykuya dalmadan hemen öncesinde, kendisine güneşin yeniden doğacağını hatırlattı. Tekrar ve tekrar...
İçinde hapsolduğumuzu sandığımız karanlıklar yüzünden endişeye kapılmamalıyız.
Endişe etmemiz gereken asıl sorun, o son düzlükte, geriye dönüp baktığımızda yüzleşeceğimiz gerçeklerle ne yapacağımız.
Sonuçta; yaptıklarımızdan da yapmadıklarımızın da ölene kadar sorumluyuz.
Ama bizler yine de mekanikleşmiş, sıkıcı hayatlarımızı hiçbir beklenti duymadan devam ettirmeye çalışıyoruz.