Boyum kadar bir çekiç, tavan kadar geniş bir cam parçası ama yerde.
Bach dinlemek istiyorum, sonra da Aleyna Tilki. Yüzüne bakmak istiyorum, suratını buruşturduğunu gördüğüm an alıp başımı gitmek istiyorum.
Muhallebiye çubuk kraker banmak istiyorum, hayatta en çok istediğim şeye "Hayır." demek; en sevmediğim suların yavaşça, adım adım, sakinlikle içine girmek. Yıkanmak. Yıkandıkça, temizleneceğim yerde daha çok kirlenmek.
Doktor diyor ki; kendime bir tepe inşa edip üzerine oturmuşum. Altıma da kitaplar, filmler, tecrübeler, bakış açıları ve fikirler koymuşum. Selam verenin de benzer bir yükseklikte olmasını bekliyormuşum; bu yüzden yanıma yanaşılmıyormuş. Açlık çekeni istemiyormuşum, gereğinden fazla doymuşum.
Yalan.
Ama bu doktor da benim doktorum değil zaten. Yine de umursuyorum biraz söylediklerini. Yine de biraz yalan.
İnsan altına koyduklarıyla tepeye çıkmaz, dibe iner, daha çok dibe. Fazla doymak dediği şey de kime göre? Neye göre?
Göremiyor açlıktan süründüğümü. Göremiyor, yüz kitabın on kuruş etmediği bir yerde artık yürüdüğümü. İnsanları "kendime göre" kıyaslamadan, samimiyetle, onlara yüreğimin içinden güldüğümü. Yine de boyumuzca çekiçlerle elimizde, bu cam tavanları kıramadığımıza aralıksız olarak, sürekli üzüldüğümü.
Sürekli.
Etrafa dağılmış kırık cam parçaları hayallerimi süslüyor. Kimseden ne tepelere çıkmasını ne de diplere inmesini beklemiyorum. Ama öyleymiş gibi yapıyorum, o doğrudur.
Çünkü burnumun ucunda kelebekler var ve bir kelebek ancak güvende hissettiğinde doğurur, kendini. Onları midemin içerisinde isteyecek kadar da deliremem artık bir daha, değil mi?
Öyle gibi görünüyor.
Bir ses, bir nefes, bir anlık yargılayan bir bakışta ki kime yönlendirildiği fark etmeksizin; içimde canlı olan ne varsa ölüyor.
Kelebekleri öldürmek istemiyorum artık.
Hepsi bu.