Yine koca bir sezonun sonuna geldik. Malum geceye sayılı günler kaldı. Seremoninin yapılacağı Dolby Theatre’da hazırlıklar neredeyse tamam. 10 Mart Pazar gecesi saat 01:30’da kırmızı halıyla başlayacak olan Oscar töreni, sabahın bilinmez saatlerine kadar sürecek. Türkiye yayıncısı ise Disney+ Türkiye olacak.


Şöyle geçmiş sinema deneyimlerime ve belirli yönetmenlere olan fanatikliğime bakıyorum da, bu sene içimde bazı hisler değişiyor sanki. Yıllardır canıgönülden desteklediğim, ödül sezonunda hak ettiği yeri bulamıyor dediğim iki güzide insan, çağımızın iki önemli yönetmeni C. Nolan ve Y. Lantimos, Dolby Theatre’a mehter takımıyla yürüyor resmen. Oppenheimer 13, Poor Things ise 11 dalda adaylık aldı.


 Ve ben bu coşkudan, bu fanatiği olduğum iki yönetmeni “canıgönülden” şöyle dursun, herhangi bir köşe başından desteklemekten o kadar uzağım ki şu an. Çünkü ortada çok çok abartılmış bir Oppenheimer ve tüm tartışmalara rağmen yine de ayakta alkışlanan bir Poor Things var. Burada kısa bir parantez açıp, bu ikisi dışında içimi gıcıklayan başka bir hadiseden bahsetmek istiyorum; o da senenin başında seçim minibüsleriyle bangır bangır pazarlanan Barbie balonu. Tüm dünyada 1 milyar 36 milyon dolar hasılat elde eden bir balon bu. Öyle ki, bu rakam Warner Bros’un tarihinde yaptığı en büyük gişe hasılatı. Barbie’den önce zirvenin sahibi Harry Potter: Ölüm Yadigarları 2 idi. Filmin 145 milyon dolara çekildiğini hesaba katarsak… Şöyle ufak bir kerrat cetveli hesaplaması yaptım da, bereket versin babacım. İyi para! Nasıl partilediklerini hayal bile edemiyorum. Ama yine de insaflı olacağım. Ne olursa olsun, geçtiğimiz yıla kadar sinema salonlarının ölümünden söz ederken, koltukların tekrardan dolmasını sağladıkları için Barbieheimer’a şükran borçluyuz.


Oppenheimer ve Poor Things memnuniyetsizliğime dönecek olursak. Özellikle Poor Things ile ilgili ayrı bir eleştiri yazısı yazacağım çünkü ciddi anlamda beni rahatsız eden şeyler var. Film zaten rahatsız edici olsun diye yapılmış demeyin lütfen, rahatsız ediciliğin içinde rahatsız edici, herhangi bir sanat bakış açısıyla “tamam” diyemeyeceğim ve komşu Lantimos’u karşıma alıp sormak istediğim şeyler bunlar. Dediğim gibi ona ayrı bir yazıda yer vereceğim.


Şimdi gelelim Oppenheimer’a. Bu husustaki halet-i ruhiyemi uzun uzun cümlelerle anlatmak yerine, ödül sezonunu size şöyle bir özet geçeceğim;

Altın Küre’nin kazananı Oppenheimer oldu.

Bafta’nın kazananı Oppenheimer oldu.

(PGA) Yapımcılar Birliği’nin de kazananı Oppenheimer oldu.

Peki ya (DGA) Yönetmenler Birliği? Onun da kazananı yine Oppenheimer oldu.

Daha da bir şeyin kazananı olur mu dedim? (SAG) Oyuncular Birliği’nin kazananı -gene - Oppenheimer - oldu… Geçtiğimiz gün sevgili Umur Çağın’ın bir istatistiğine rastladım. Tarihte SAG, PGA ve DGA üçlüsünü kazanıp da Oscar’da kazanamayan tek film Apollo 13…


Ne diyelim, geliyor gelmekte olan.


Evet Nolan o gece senin gecen olacak. Evet Nolan seni hep sevdik ve seveceğiz. Ama Nolan, Oppenheimer senin en iyi beş filminden biri bile değil. Eller günahkar biliyorum. 2015’te sana çok ayıp edildi. Akademi’nin seni İnterstellar ile En İyi Film’de aday dahi yapmaması akıl alır şey değildi… Oysa ki American Sniper ya da Selma’nın yerine pekala İnterstellar aday olabilirdi.

Hele ki, Hans Zimmer’ın hala daha etkisi devam eden muhteşem bestesi dururken; En İyi Film Müziği Oscar’ını The Grand Budapest Otel’e vermeleri yok mu? Ahh, ah. Sen de haklısın Nolan…



Yine de tüm bu ezici istatistikler, “Acaba bir sürpriz olur mu?” heyecanımı bastırmaya yetmiyor. Bir sürpriz olsun, adı ne mi olsun?

The Holdovers. Evet. Keşke öyle olsa. 


Not: The Holdvers dememin sebebi, Bastarden'i aday bile yapmamış olmaları. Yoksa benim için bu yılın filmi halen daha Bastarden.