Ağustos ortasında Ankara garında doğu ekspres trenini bekliyor, Kars’a yolculuğum için heyecanla kalemimi ısırıyordum. Elimde eski bir defter ve ona tezat oluşturacak derecede süslü tüylü bir kalem. İç dünyam bu iki nesneyle ayan beyan ortadaydı. Tren 1 saat içinde gelecekti ve ben atmosferi soluyup yeni öykümü yolda alelacele yazacaktım. Karalama da denebilir. Önemsizdi bu öykü, çünkü konusu ve sınırları olan bir ödevdi ve ben özgürlüğümü kısıtlayan tüm eylemlere karşıydım. Gar, istediğim kadar kasvetli değildi, Ankara’nın o kasvetli havasına rağmen burası son derece güneş alan, son model yapılmış bir bekleme salonu gibiydi. Önce patlamış sonra yenilenmiş bu güzide Ankara garı bende kötü anılar canlandırdı ama o apayrı bir öykünün apayrı bir dramatik örgüsüydü . İnsanlar ellerinde cep telefonu reels videoları izliyor kimse kimseyle ilgilenmiyordu. 10 yaşındayken Gebze otogarından Kayseri’ye yaptığımız yolculukları hatırladım da ne denli kalabalık ve gürültülü olurdu. Otobüs yolculuğu tek alternatif gibiydi, hızlı tren yoktu, uçak da zaten zenginlere aitti. Bizim zihnimiz almıyordu, her defasında otobüs yolculuğunun o gürültülü ama bir o kadar sükunet veren havasına kapılıyorduk. Nostalji rüzgarları oturduğum banka sinmiş beni huzursuz etmeye yetmişti. Elimi kaleme götürüp bir yerden başlayayım diye deftere istemsizce "f" yazmışken yanıma bir kadın yaklaşmaya başladı. Uzaktan bir aurası olduğunu anladığım bu kadına fütursuzca gözlerimi diktim.
Esasında huyum değildir birini dikkatlice incelemek, bu kadını tepeden tırnağa önce süzdüm, sonra aklımda onunla ilgili yargılara vardım, hayal kurdum biraz, belki kafamda bir karakter yarattım azıcık.
50 yaşlarında ince kemikli, beyaz tenli, cam gözlü karakterim yanıma oturmadan az evvel modası çoktan geçmiş kot-kapri pantolonunu dizlerinden çekiştirdi ve kendine yakışmayacak bir kabalıkla banka çöktü. Kaprisinin içine sokuşturduğu beyaz tişörtünden buram buram kenzo flowers kokusu geliyordu. Hayatta tanıdığım yegane kokuyu kullanıyor olması tesadüf olamazdı. Bu koku aslan burcu kadınının kokusuydu, bence yani büyük ihtimalle ve az sonra sohbete başladığımızda da bir punduna getirip kesin aslan burcusunuz dedim, o da beni başıyla onaylamayıp akrep burcuyum deyip kestirip attı, böylece saçma burç muhabbetimiz burada sona erdi. Hafif kalkık kaşları ve göz çevresindeki milimetrik kırışıklıklarla yanıma oturur oturmaz merhaba diyerek gülümsedi.
—Merhaba, diyerek karşılık verdim ve ilk merhabayı onun vermiş olmasının sıkılganlığıyla soru sormak istedim. Muhabbeti başlatmayı sevmeyen zihnim Türk kadını ölçülerindeki orta boylu ancak Rum aksanlı kadına mecburen nerelisiniz diye sordu. Ne cevap verdiğini hatırlayamıyorum. Memleketler ve kara parçaları isimler gibiydi, hafızamda fazla yer etmeden kaybolurdu. O yüzden dünyanın en saçma sorusunu soran zihnime kızdım. Neyse ki o bunun üzerinde durmayarak -Müzeyyen Algör, diyerek elini uzattı ve tokalaştık, elleri sıcacık ve küçücüktü, benim kaba ellerim arasında kaybolmuş, hatta fazlaca sıktığımdan muhtemelen incinmişti. Biz Türkler hararetle el sıkışıyor sonra acaba karşımızdakinin canını acıttık mı acaba diye vicdan azabı çekiyorduk. Karşımda bir ecnebi hatta bir uzaylı oturuyormuşçasına tedirgindim. Oysa o kendinden emin vakur bir edayla bana bakmıyordu bile. Müzeyyen Algör ismi fazlaca manidardı ve sırf konuşma devam etsin diye ona şöyle seslendim:
—Müzeyyen hiç flört etmiyordu. Gözlerini kaçırmıyor, heyecanlanmıyor, dili sürçmüyor, dudaklarını ısırmıyor, kendinden bahsetmek için küçük bir heves göstermiyordu. Ya beni etkilemek gibi bir derdi yoktu, ya da beğenilmeye çok alışkındı.
Gülümsedi ve -demek roman okuyan bir küçük hanımsınız diye ilk defa bana döndü, gözlerimiz buluştu, heyecandan dilim tutulmuşçasına geveledim. Evet tabi, hatta Kars’a yolculuk ediyorum, güzel bir öykü yazabilmek için diye cevapladım. Gözlerini üzerimden çekince çenem düşmüşçesine anlattım. Yaratıcı yazarlık atölyesinde olduğumu, hocanın aşk üçgeni içeren bir öykü yazmamızı istediğini ama benim aşkla işim olmadığını, daha çok ideolojik ve felsefe temelleri olan anlatılar yazmak istediğimi, bu yüzden tren yolculuğunda bir iki şey karalayacağımı, Kars’ta asıl hikayemi yazacağımı anlattım anlattım. Hafifçe gülümseyerek: Size önemsemediğiniz o öykü için yardım edebilirim, dedi.
Nasıl diye gözlerimi devirdim. Huzursuzca yana kaydı bacaklarım. Yaşça büyük insanların ben her şeyi bilirim, hayatın çemberinden geçtimvari tavırları canımı sıkıyordu. Buna da sıkıldım ve demin can artığım muhabbetin derhal sonlanmasını diledim. Neden bu ruh haline büründüm bilemiyorum ama su satan küçük çocuğu izlemeye başlamışken ben, o hikayeyi anlatmaya başladı.
—Ben bir yazar değilim küçük hanım ama bir yazara aşıktım, yıllarca. Biri birine aşık olduğunda ilgi alanlarını da sahiplenir ve onun dünyasına dahil olmaya çalışır, ben de senelerce edebiyat dünyasının içindeyim, umutsuzca. Umutsuzca çünkü aşkıma karşılık bulamadım. Sana şimdi bu yazarın hikayesini anlatacağım, eğer dinlersen, bu anlatacağım öyküyü kendi kalemince yazabilirsin.
Peki dercesine kafamı salladım. O da soluksuz anlatmaya başladı. Dinledikçe gar, atmosfer, yazacağım öykü, gideceğim yol, küçülmeye başladı, anlattığı şeyler büyüdü büyüdü.
—Yazar B. kendini böyle tanımlıyordu çünkü Yusuf Atılgan hayranı yahut özentisiydi, sen ne düşünürsen, ben yazarı B. diye anlatacağım. Onu tanıdığımda A. ile evliydi. Sorunlu bir evlilikleri vardı çünkü yazar bir narsistti, sürekli kadını aşağılıyor, kadın gitmek istediğinde de onu manipüle ediyordu. D. yazarın kayınbiraderiydi.
—Nasıl yani, bende o kavramlar pek yok?
— işte D. A.nın erkek kardeşiydi. Yazarın karısının erkek kardeşi. Anladın mı?
— Evet şimdi anladım.
— Güzel, devam edebilirim o zaman. D. bir gün C. kişisiyle beraber yazar ve karısının evine kalmaya geldi. İkisi de beş parasızdı ve yeni yeni flört ediyorlardı. D. çok yakışıklı bir oğlandı ama biraz safçaydı, C. tam bir sapyoseksüel olduğundan D.nin aptallıklarına tahammül edemiyordu. Zaman geçiriyor, yalnızlığını oğlanla kotarıyordu. Yalnızdı çünkü dayanılmayacak derecede ukala, tahammülsüz, ahlaksız bir kadındı. Aynı zamanda dayanılmaz bir güzelliği vardı. Her neyse buraları biraz kısaltmam gerekiyor. Bir gün C. yazar B.nin telefonunda bir mesaj yakaladı. Aslında telefonu gece çaldı ve şifresini kırarak sabaha kadar inceledi. İncelemeleri sırasında maillerinde spam kutusuna alınmış bir mesaja denk geldi. Mesaj o kadar edepsizmiş ki bu kısmı dinlemek istemedim. Gel zaman git zaman, C. yazara şantaj yapmaya başlamış.
—Hmm, yazardan para koparacak?
— Hayır yavrucum, kızcağız yazara aşkı olmuş ve amacı onunla bir gece geçirmekmiş.
— Yok artık, yazar bunu tabii ki reddetmiştir, zaten kayın neydi? O dediğiniz şey kardeş sayılıyor değil mi?
— Ah yavrum, sen hangi gezegende yaşıyorsun, yazar dünden razı buna, şantaja bile gerek yokmuş, sadece C. bunun farkında değilmiş o zamanlar. Narsist bir erkek duygularını gizlemeyi, peşlerinden koşturmayı çok iyi bilirler. Yazarla C. birlikte olmuşlar. Bir kere de değil, defalarca. Bundan kimsenin haberi olmamış. C. deli gibi aşık olmuş olmasına ama yazarın umurunda değilmiş kız. Bu şekilde 1 sene geçmiş. C. hem D. İle beraber hem de yazarın metresi ama D. umurunda değil yalnızca yazara aşık. A. desen bir şeyler sezinliyor ancak kardeşini düşündüğünden olayın üzerine gidemiyor.
—İyi de ortaya çıksa ve iki kardeş bu ilişkilerinden kurtulsa iyi olmaz mıydı?
—Olmazdı küçüğüm, kadın kardeşini bahane ediyordu ama kocasından vazgeçemiyordu. Narsistleri ezik kadınlar kolay kolay terk edemez. Hayatında hiç narsist biriyle beraber oldun mu?
—Hayır, benim hayatıma henüz kimse girmedi.
—O zaman narkissosu bırak, sen daha aşkı bile bilemiyorsun, bilmediğin şeyi de nasıl yazacaksın anlamadım ya, neyse, devam edeyim ben. Bir gün C. ve yazar B. bara giderler. Ankara’nın eski pavyon yenilerde bar adını almış bu mekanında biraz kafaları çekip konuşup ilk randevularına çıkmayı hayal ettiler. Daha doğrusu C. bu hayallerdeydi. Yazar yeni bir hikayenin peşindeydi ve oltasına güzel bir kadın takılır diye yine koluna güzel bir kadın takmıştı.
—Midemi bulandırdı bu yazar bozuntusu. Böyle yazar mı olur, her gün başka çiçeğe konmaya çalışan canavar bir arı bu.
—Ne sandın Manaki mu, yazarlar tam da böyledir, Nazım Hikmet farklı mı sanıyorsun?
—O da çapkın evet ama…
—Nazım yapınca çapkın, B. yapınca canavar arı mı, hahahahah, sen açılmamış bir gülsün. Zamanım ve enerjim olsa seni açardım ama sen de açılmayıver, böyle çok daha güzelsin.
Lafları egoma dokunuyordu, bir narsistle beraber olmamıştım ama her insan özünde küçük bir narkissos değil midir? Hikayenin bundan sonrasını ben anlatayım. B. başka bir kadınla tanışır. Buna 3.şahıs diyoruz. 3. şahıs ne yazık ki C.den hoşlanır. Yani kendisi bir lezbiyendir ve olaylar bundan sonrasında daha da çirkinleşmiştir. 3. şahıs yazara benimle beraber olmak istiyorsan önce benim C. ile beraber olmam gerekir der ve yazar C.yi bu kadına bir nevi peşkeş çeker. C. tüm bu olanları öğrenir, buraları pek anlatmak istemiyorum. Yazardan sıtkı sıyrılan C. her şeyi sevgilisi D.ye anlatır. D.nin gözü döner ve yazarı bir çırpıda öldürür. Hapse girer. Kocası ölen üstüne kardeşi hapse giren A. tüm bu olanlara dayanamaz ve intihar eder. C. de 3 kişinin katline sebebiyet verdiğinden alır başını İstanbul’a gider. Artık tek arzusu başka bir yazara aşık olmaktır.
Üzülmüştüm, üzerime 3. sayfa haberlerinin o kasvetli havası çökmüş, yerimde kalakalmıştım. Bir yandan midem bulanıyordu. Yanımdaki primadonna ise anlattığı hikayenin etkileriyle asla ilgilenmiyor, yüzündeki gizemle önüne bakıyordu.
—Size tek bir şey soracağım, dedim. C.nin ismi nedir? Hikayemde kullanacaksam onun ismini yazmak isterim, ana karakter o değil mi?
— C.nin ismi Müzeyyen, Müzeyyen Algör dedi ve ben daha şaşırmaya fırsat bulamadan çantasından sigarasını buldu, çıkardı ve trene doğru yürümeye başladı. İşte trenimiz gelmişti, birazdan binip bu hikayeyi unutacaktım, unutmak istiyordum. Çantama elimi atıp yola koyulacakken çantamın üzerine bir kitap iliştirdiğini gördüm, ya bilerek koymuştu ya da sigarasını ararken çıkarıp unutmuştu. Arkasından gitmek istedim gözden kaybolmuştu. Gişeye koştum, Müzeyyen Algör ismine bakar mısınız, hangi peronda diye memura sordum. Memur aradı ve böyle bir isim mevcut değil yanıtını verdi. Demek ki gerçek ismini söylememişti ama kitabı bende deyip uzattım, memur ne kitabı dedi. Elime baktım ve elimde kitap yoktu. Bu nasıl bir yanılsama diye düşünürken çevremde her yerde kitabı aradım. Hayır öyle bir kitap yoktu. Demin üzerinde “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” İlhami Algör yazdığından adım gibi emin olduğum kitap ellerimde buhar olmuştu.
O zaman müzeyyen bir ilhamdı ve hayatımda yazmak istemeyeceğim bir öyküyü kucağıma bırakıp gitmişti. Hayal gücüme küfrettim, kaybolan bir saatime de. Son bir hevesle hiçbir şey yazamadığım defterimdeki "f" harfini tamamladım ve “fakat müzeyyen senin bahtına tüküreyim.” yazarak trendeki koltuğuma oturdum.