Kışın açlıktan şehre inen kurtların bu sefer bedenine inmesi ile aynı anlamı taşıyordu yara. Doktorlar, böyle zamanlarda elleri titremesin diye yemin etmişlerdi Hipokrat'a. Etin etten kesilerek dokuların birbirinden ayrılması, kasların soğuk neşterin bıraktığı nizami, ince çizginin belirlediği doğrultuda yırtılması ile açılan yaranın taşıdığı anlamı taşımıyordu bu ameliyat yarası onun için. Bedenin bir bölümüne şifa vermek için geçirilmiş bir operasyon değildi bu. Dikiş atılarak tutturulmuş olsa da iyileşmiş sayılmazdı, iyileşeceğe de benzemiyordu. Yara kapanmıştı hatta çok olmuştu kapanalı ama bazen yaraların bıraktığı izler akan kandan ziyade sebep oldukları şekle bürünürler. Fiziksel bir şeyden bahsetmiyorum ve hiçbir zaman da bahsetmedim. Bu yaranın manevi tarafına Taç Mahal yeniden inşa edilirdi. Manevi tarafının derinliğinde yeni bir Fuzuli dirilir ve o Leyla ile Mecnundaki Leyla ile yer değiştirebilirdi. Çöl topraklarının mistik gizemine yeni bir tarih yazılır ve modern dünyanın insanları onun ismini ezberlerdi. Bunu örneklemek için çoğu yazar, şair, köşe yazarı ya da adı bilinmeyen yeni yetme düşünüldüğünde herkesin aklına batı edebiyatından Romeo ve Juliet gelir. Onun için bu medeniyetler ittifakı demekti. Kendince yorumunu eklediğinde Leyla ile Romeo'dan ileri gidemezdi ve bir ameliyat yarasına bu kadar mana yüklemek size sıkıcı gelebilir.

Elimi ilk defa karnına yaklaştırdığım zamanı ve verdiği tepkiyi hatırlıyorum. Hatırlıyorum çünkü yaz çok sıcak geçmişti ve son kez saçlarımı kazıtmıştım. Hatırlıyorum çünkü sahilde en şekilsiz taşlardan birini seçmiştim oturmak için. Ne sakladığını anlamadım,neden çekindiğini de anlamadım ama yüzündeki ifadeyi yıllarca unutmadım. "Dipsiz kuyum" demişti sorduğumda, "körüm" demiştim ben de. Dipsiz bir kuyuya kör olarak düşmeye razı olduğunuzda anlarsınız bazen sevmenin mahiyetini. Daha önce de kör olduğumu söyleyenler olmuştu ve ben de kör olmayı tercih ettiğim dönemler geçirmiştim. Böyle zamanlarda öğrendim teyakkuzda olmayı. Böyle böyle vazgeçtim olmayı hayal ettiğim çocukluk mesleğimden. Sonra sonra kimse sormaz oldu "Büyüyünce ne olacaksın?" diye.

Yara, benim için dünyanın gerçekliğine kavuşmak için çıktığım yolda nefes nefese kaldığım merdivenlerin sonundaki o çatı katına açılan kapının anahtar deliğinden sızan ışık huzmesiydi. Sol elimde irili ufaklı elliye yakın yara izi var. Sağ elimde on üç dikiş atılmış bir cam kesiği ve etrafında galaksilerin uydularına çarpmak üzere dolaşan meteorları andıran bir kuyruklu yıldız. Kimileri açık havada oturur ve bulutları benzetir hayallerine, ben yaralarımı. Yarasını bünyesinde taşıyan insanlardan biriyim ben. Birisi öfkemi temsil ediyor, dikiş izlerinin yerini belirlemek üzere tenime batan iğnenin ardında bıraktığı iz. Bir diğeri geçmişi, ötekisi çalıp çırpınmalarımı falan filan, liste uzun...

O yarasını ruhunda taşıyanlardandı. Dördüncü ayımızda söyleyebildi ancak "çocuğumuz olmayacak" diye ya da "olamayacak". Hastalıklar böyle sökülüp atılabiliyor bedenlerden. "Kanser" dedi, rahim kanseri. Ardında bıraktığı boşluk ile yara arasında volta atıyordu intiharı hedeflerken.O elinden alınmış olduğuna inandığı bir hakkın savunucusu olarak bir intihar komandosu gibi davranıyordu. Ancak böyle kazanmış olacaktı davasını. İçinde can, kan, irin ve hayat bulunan bir organ çöpe atıldığında geriye çok fazla şey kalmıyormuş. Onun meşru yarası ile benim kanunlara karşı gelmek üzere yaratılmış olan haydut kanım birlikte yol kesemez. Umutlarını böyle elleriyle getirip önünüze bırakan kadınlar vardır ya da kağıttan uçaklara yükleyip deniz aşırı uçuran. Gideceği yeri önceden tayin edemediğiniz kadınlar vardır ya da nereden geldiklerini bilemediğiniz.

Benim hepsi için yeterli yaram var!