-Vicdan yoksunusun ve adaletin de yok bilesin yağmur! Gücün hep bize yetiyor...

Paçalarından akan çamurlu sulara bakıp söylendi. Telaşla durağa yürüdüğü sırada, asfaltın üzerinden şehrin tüm pisliği akıyordu. Zehir içinde sular, insanların diğer yüzleri, taksicilerin küfürleri, şehrin yalanları. Pislik deyince aklına ilk onlar geldi. O pisliğin arasına karışmayı düşündü. Şehir bunun farkına varmazdı. Kesinlikle varmazdı. Evdekiler aç kalırsa, ya da giyecek çamaşırları kalmazsa bir tuhaflık olduğunu düşünebilirlerdi. O kadar. Sonra işyerindeki makinaya oturacak biri hemen bulunurdu. Bir yağmurluk canı vardı, akıp gitse ne olurdu?

Kasvetten bir elbise olsa anca bunu giyerdi gece dediği. Kalabalıkların uğultusu olsa olsa kasetçalardan bir arabesk parçaydı. Ve güneşsizlikten nem tutan eklemleri kendini iyice hatırlatıyordu.

-Bu siktigimin işi yüzünden insan mıyım yarasa mıyım belli değil!

Islandıkça kendi kendine konuşması çoğaldı. Mesailer yüzünden neredeyse aylardır gün ışığıyla karşılaşmamıştı. Günlerin geçtiğini evde biten tuvalet kağıtlarını değiştirirken anlıyorum diye kendi kendine gülmüştü bir sabah. Uzun bir süredir zamanın tarifini yapmaya dünyası yetmiyordu.

Yokuşta Limontepe otobüsü göründü. Gecekonduların memleketi. Önce yağmur hızlandı, sonra adımları. Otobüsü kaçırdı mıydı vay haline. Bir sonraki sefer için durakta 1 saat beklemesi gerekiyordu. Artık iti gelirdi, uğursuzu gelirdi. Kadınlık başa belaydı . Tüm ıslaklığıyla son bir hamle yaptı ve yetişti otobüse. Sıkış tepiş de olsa binebilmişti. Gün boyu soluduğu tozları öksure öksüre atmaya başladı. Tutmuştu yine meret. Hem ağzını kapıyor, hem sağa sola bakıyordu. Yine söylenen olursa diye vereceği cevabı düşünüyordu.

-Sen benim ne çektiğimi biliyor musun? Aman kime neydi senin ne çektiğinden? Beğenmediyseniz taksiye binebilirsiniz! Keyfimizden mi öksürüyoruz efendim?

Bir öksürüğe tahammülü olmayan o insanlara ne söyleseydi boştu. Durdu, dinledi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Önce öksürüğü azaldı, sonra tedirginliği. Yorgun yorgun yola bakıyordu ön camdan. Islak ağaçları, koşuşan insanları ve sulu boyalı manzarayı uzun uzun izledi. Keskin hatların yumuşaması, nesnelerin flulaşması biraz iyi hissettirmişti. Gerçeklikten fazla uzaklaştığını düşündü, saatine baktı. Çocuklara yine yetişememişti. 40 dk sonra evdeydi. Sessizce açtı kapıyı, ıslak ayakkabılarını hemen çıkarmak istiyordu. Ses yoktu, herkes uyumuştu. Soyunup dökündü. Sonra çocuklara gitti ayakları. Nasıl da büyüyorlardı.

-çok şeyi kaçırıyorum, çok...

İçi sızladı. Kocası mesaiden gelmiş, çoktan uyumuştu. Uykunun bir hak meselesi olduğuna dair düşünebilmesi, onun yıllarına mal olmuştu. Artık geçti, roller çoktan dağıtılmıştı. O da rolünün hakkını vermeye devam etti.

Önce çamaşır attı makineye. Sonra mutfağa yöneldi. Bir iki lokma atıştırdı. Hızlıca ertesi günün yemeğini hazır edip, pişmesi için ocağa koyması gerekiyordu. Patlıcanları çıkardı. Acısını alsın, kararmasın diye tuzladı. Kendini de tuzlasa acıları geçer miydi?

İki kupalık da çay koydu kendine. Hiç değilse içerken dinleniyordu. Günün en güzel saati buydu onun için. Pencerenin önündeki dar alanda küçük bir masası vardı. İri yeşil yapraklı bir masa örtüsü. Lale bardakta demli çay. Masa üstünde dirsek. Uzun bir of çekiş. Kır saçlı yalnız kadın. Aşağı yukarı manzara hep buydu. Çocukların okul kıyafetlerini ütülemek için kadrajdan çıktı. Tüm değersizligiyle yan rollere devam etti. Ardı ardına geldi figüranlık işleri. Çamaşırlar bitmişti. Onları serdi. Yemeğin altını söndürdü. Ardından kalan çayını bitirdi. Sabah erken kalkacaktı. Omuzları aşağıya çekiyordu. Derin bir nefes aldı, boğulmamalıydı. Yalnızlıktan üşümüştü. Yatağına kıvrıldı. Tüm günü geçirdi gözünün önünden. Ve son bir soru sordu kendine.

Eğer bu benim hayatımsa, ben neredeyim?


Sevgili okuyucu bu kadının adı yok. Çünkü kendine ait bir yaşamı yok. Türkiye'nin herhangi bir mahallesinde nefes alıp veren- ki bu bile şans oluyor bazı zaman- sıradan bir kadın. Adını siz koyun, umutlu bir şeyler olsun.