Uyarı: Okuyacağınız öyküde tetikleyici/saldırgan/cinai unsurlar bulunmaktadır.
Ben, o uçurumun kenarında kurak topraklara sıkı sıkıya tutunmuş, yeşillerinden mahrum kalmış, bilge ama yaşama karşın inatçı özneyim. Ben, herkesin dikkat etmeden yanından geçtiği, sırtını yasladığı ya da kabuğuna aşkını, öfkesini veya haylazlığını döktüğü özne. İşte ben, her şeyim, her şeyde inatçı... Bedenimin sıkı sıkıya tutunduğu, o merhametli olduğu kadar acımasız olan topraktır.
"Sen kimsin?" diyecek olursan ben kısaca; bir zamanlar yeşerip sararan, şimdi ise yaşlı ve kurumuş olan ağacım. Tabii böyle dertli dediğime bakmayın; ömrümün yarısından çoğunu, o güneşin açan dallarımda süzülürkenki huzuru doruklarına kadar yaşamış ve her şeyi tatmış bir ağaç.
Ben bu yalnızlığımı yanıma gelen insanların hikayelerini dinleyerek ve onlara öğüt vererek gideriyorum; peki ya siz ne yaparsınız yaşamın sizden kopardıklarını hissetmemek için?
Yuvam
Köklerimin bazıları kilometrelerce derinliği olan kanyondan sarkıyor. Sağ tarafım sisten görünmeyecek kadar uzak, ki sadece uçurumun kenarı sıra rüzgarla dökülen toprak parçalarını görebiliyorum. Görüyorum dediysem çıkardığı titreşimler hassas köklerime usulca yayıldığından. Boş bir arazi; buranın sisleri eksik olmaz. O, siz insanlar geldiğinizde yüzünüze çarpan su partikülleri bir nevi rahatlatıyordur sizi. En çok da busunu seviyorsunuz buranın. Evet, canlandırdığınızda cennet mi cehennem mi burası, ayrıt etmek zor. Bana kalırsa herkes için cennet oluyor burası, tabii benim sayemde.
Robert
Anlatayım size, ilk arkadaşım ya da ilk konuştuğum kişi diyelim biz buna. İsmi Robert.
Daha buraya geleli 2 ay oldu, hâlâ alışamadım, biliyor musun? Ülkeye ilk ayak bastığımdan beri sosyal medyadan tanıştığım Melisa bana yardımcı oldu. Melisa 1.70 boylarında, kumral tenli; kahverengi saçlarıyla o yüz hatlarının belirginliği, elmacık kemiklerinin üstündeki kırmızıya çalan yanakları, göz çukurlarını dolduran sert bakışlı gözleriyle karşıladı beni havaalanında. Uçaktan indim, perondaki kapıdan içeri adımımı atar atmaz soğuk ve tost kokulu bir hava karşıladı beni. Çok fazla lisan, çok fazla ses vardı; konuşmaların hepsi bana yapancı bir müzik dinliyormuşum havası kattı ama bu pek sürmedi, "Robert!" diye seslenen Melisa'nın sesiyle kendime geliverdim. Gözlerim onu ararken bir an tanıyamayacakmışım hissine kapıldım ama ellerini sallayarak üstüme doğru hızlı adımlarla ilerleyen ve dudaklarını tebessüm edermişçesine inceltip "Robert!" diye seslenen Melisa'ydı bu. Evet tanıyabilmiştim fakat fotoğraflardan anımsadığım kadar buruk değil de öyle boylu boslu, fiziği yerinde çok güzel bir kadındı. "Hello Melisa," dedim. Hiçbir şey demeden sarıldı boynuma, "Hoş geldin," dedi, kollarımdan tutarak beni sallaya sallaya. Sanırım uçaktaki ikramları bir an olsun midemden çıkaracağımı sanmıştım biraz daha devam ederse, neyse ki etmedi. Çıkış kapısına vardık ve arabasına bindim; ilk önce beni yemeğe götürdü, sonra da evine gittik. Melisa bir aktivistti; evinin her köşesi afişler, eserler, posterlerle dolu. Tatlı bir karmaşıklık hakimdi evine. Hemen birer kahve doldurdu ve oturduk mutfaktaki masaya. Ben onu inceliyorum, o da beni. Hiç çekinmedik birbirimizi izlerken. Melisa konuya girdi, "Çok üzgünüm Rob," dedi. Evet, o bana Rob derdi. Ben sesimi çıkarmadan iğneleyen bakışlarımla neye dercesine bakıyordum, o da açıklama yapmak zorunda kaldı: "Ülkeni apar topar bırakıp buralara gelmene üzgünüm. Ailen, hayatın, kariyerin, geçmişin... her şeyi orada bir anda bırakıp gelebilme mecburiyetinde kaldığın için üzgünüm," dedi. Bunları söylerken içtendi, gözleri bana acırmışçasına buğulu ama belli etmemeye çalışıyordu acınası duruma düştüğümü. Dış görünüşü kadar düşünceleri de güzeldi Melisa'nın.
"Hayır hayır, üzülmeye değer bir şey yok, oradaki yaşantım iyice sarpa sarmıştı. Her konu, her adımım kaosa dönüşüyor, sonrasında da başım belaya giriyordu. En basiti, komşumla iş yeri açma konusunda. Beni de çalışmak istediğimiz bankayı da dolandırıp ortadan kaybolmasıydı ve ihalenin üstüme kalması. En basiti bu, bunlardan sıyrılmak için sana sığınmaya geldim, eminim seni rahatsız ettim, bundan dolayı..."
Diyemeden sert bir tavırla "Kes artık, ben sana böyle bir şey ima etmedim ve benim yanımdan ayrılmayacaksın, beraber yaşayacağız artık," dedi. Bunları söylerken gözleri ışıl ışıl oldu, sanki ağzından dökülen kelimeler onu mutlu ediyor, yalnızlıktan daralmış ve beni bu yalnızlık girdabından çıkmak için bir yüzgeç olarak görüyordu. Evet, yüzgeç konusunda ben de kararlı değilim ama olsun, o sert ve yakışıklı yüzgeçler suyu bir bıçak gibi yararak sizi akıntının dışına sıyırıp atabilir.
İlk haftamız birbirimizi daha iyi tanımakla geçti. Bu süreçte dilimi çok geliştirdim, konuşmam ve aksanım Melisa'yı da etkilemişti. Ülkeye geldikten on iki gün sonra tek başıma dışarı ilk çıkışımdı. İstanbul'un dar sokakları, o gürültülü ortamı beni yaşama tekrar bağlamakta kusursuz bir incelikle çalışıyor gibiydi; manzarası, tarihi, her şeyi. Deniz kenarındaki bankta otururken önümden hızlı adımlarla geçen insanlar; elimdeki lokmalık poğaçalara bir Afrikalı çocuk kadar masum ama bir çita kadar sinsice yaklaşan martıları seyre dalıyordum. Tam kendimi kaptırmış, geçmişimin yaralarını kazırken köprüden geçmekte olan vapurun klakson sesiyle ürperdim. O kadar şiddetliydi ki tek ses olmasına rağmen kulaklarımda defalarca yankılandı. Başımı doğrulttum ve güneşin boğazın derin sularına yansıyışını izledim, sanki güneş bugün sadece boğazın sularına yansımak için doğmuştu. Öyle gözleri buğulanmış, veda edecek gibiydi. Bense tekrardan daldım düşüncelerime. Evet, ülkemdeki yaşamım son yıllarda bir hezimet olmuştu. Neyse, artık bunlarla bir ilgim kalmamış ve buraya sevdiğim kadının kollarına doğru gelmiştim, o da beni kabul etmişti. Tam da gözlerimin önünden onunla geçen anlarımız, gülüşmelerimiz geçerken.
"Hey, Rob! N'apıyorsun burada? Defalarca seni aradım, bakmıyorsun da telefonlarıma," diyerek azarlamaya başlayan Melisa'nın o eşsiz sesini işittim. Tekrar kaldırdım kafamı ve tüm güzelliğiyle karşımda dikiliyordu. Evet, bu Melisa'ydı. O zarafeti yine göz kamaştırıyordu. Ufak bir klark atıp derin bir nefes aldım. Dudaklarımı kıpırdatmama fırsat vermeden "Sus, hiçbir şey deme. Ben haklıyım ve savunmanı dinlemek istemiyorum," dedi. "Hadi eve gidiyoruz, evde savunursun kendini," dedi. Bense hiç dinler miyim? "Hayır, bir yere gittiğimiz yok," diyerek narin ve öfkeden titreyen ellerini tutup yanıma çektim, hiç de üstelemedi. Diretir diye bekliyordum oysaki. Usulca oturdu yanıma, ellerini bırakmamıştım hâlâ. "Bak," dedim, "Dalgaların nasıl simetrik olduğuna, sonra ufkun kızıllığına ve..." dedim. Cebimdeki ufak cep aynamı çıkarıp yüzünün önüne getirdim ve düğmesine bastım, içerisindeki gerilen yay birden açıverdi kapağını. Dedim ki: "Şu güzelliğine bak." Yansımasını göstererek "Bunsuz bunların anlamı yok, tek zaaf sensin," dedim.
Az önceki sinirden deliye dönmüş kadın gitti; yanakları kızarmış, gözlerine neşenin, mutluluğun ışığı saçılmış bir kadın geldi. Kekeledi. "Be-benn özür dilerim az önceki tavrımdan dolayı," dedi ve sakallarımdan aşağı üç parmağıyla gezindi. Ben ona, akşam onu yatağa attığımda neler yapacağımı ayrıntısıyla anlatır gibi bakıyordum, o da anlıyor, sanki o andaymışızcasına irkiliyordu. Ben tebessüm ederek saçlarını kulaklarının ardına sürdüm ve bana yaklaştı, bir nefes kadardı uzaklığımız, belki o kadar da değildi. Nefesimizin nemini hissediyordum. Bir an çenesinden nazikçe yaklaştırdım, o da duraksamadı bile. İlk kısa, sonrasında da alt dudağımın en derinlerine dişini takarak sıyırdı, bense ikinci nefesten sonra durup "Hadi, kalk gidiyoruz," dedim.
"Nereye?" dedi telaşla, sanki büyük bir yanlış yaptığını sandı ama öyle değildi.
"Eve, evine gidiyoruz," diyerek gözlerimin içiyle güldüm, o arzu dolu bakışlarını yeniden gösterdi. Ve dedi ki: "Evimize sevgilim, evimize Rob." Ben duygulandım ama duygusallığın zamanı değildi, hemen arabasına doğru heyecanla yürüdük, yürürken etrafımızda dönerek gidiyorduk; danslar, ayak hareketleri. Sanki her şey sadece ikimize aitti; zaman, mekan ve duygular, her şey bizimdi. Biz ikimiz birbirimizin etrafında dönerken tüm kainat da bizim etrafımızda dönüyordu.
Arabayı ben kullandım, eve geçtik. İlk o girdi içeri; ceketini ve o uzun botlarını çıkardı. Bense içeri adımımı atar atmaz bir darbe hissettim göğsümde, çok sertti. Bir an nefessiz kalacağım sandım ama sonra çok geçmeden nefes alamıyordum ve darbeden dolayı değildi. Bu, Melisa'nın yanan bir alev parçası gibi dudaklarıydı. Beni kapıya yaslamış ve haraket etmeme fırsat vermeden vücudumu bir striptiz direği gibi kullanıyordu.
Ben tüm gücümle belinden kavrayarak aldım kucağıma Melisa'yı. O da hâlâ sürdürürken öpüşmeyi, ben tekrardan hamle yaptım, kapanan kapının üzerinden kilidini çevirirken bir ayağımla da diğer ayağımdaki ayakkabının arkasına basarak çıkarttım. Aynısını diğerine de yaptım ve yatak odasının yolunu tuttum. Onu içi pamukla sıkıştırılmış bir çuvalmışçasına yatağa attım. Ellerimi omuz hizasından yatağa dayadım, kendi de ensemden asılarak kendini yukarı, dudaklarıma yavaşça kaldırdı. İçerisi şehvetle yanan, tutuşan gözlerini yüzümün her yerinde gezdiriyor, sonrasında da gözlerimin içine bakıyordu. Sanırım bu kadın beni Hulk sanıyordu; sansın, onur duyardım.
Sabah uyandığımızda ikimiz de kalkmak istemedik, belki ilk adımı ben atsaydım dün gecenin devamını da istiyordu ama olmazdı, bu sefer istediğini vermeyecektim. Kalktım ve tabağıma mısır gevreği ve süt koydum, aynısını Melisa'nın tabağına da koydum. Seslendim, geldi, yüzünü yıkamaya gidecekti. "Bekle," dedim, "Beraber gidelim, korkarsın," diye mırıldandım. Aslında amacım yan yana aynada bize bakmaktı.
Melisa'nın ve benim yorgun gözlerimiz her an kapanacak gibilerdi ama kapanmıyorlar hatta su aldım, avcuma ve Melisa'nın yüzüne savurdum, çığlık attı soğukmuş diye. Ben de gülerek dedim: "Pardon kraliçem, ısıtmayı unutmuşum." O da aldı iki avcuna, ben kendi yüzüne tutar diye düşündüm, tam da öyle yaptı. Kibarca, o pamuksu ellerini yüzünün her ayrıntısına erişeceği şekilde ovdu, sonra ben elimi atacakken tekrardan kendisi uzattı musluğa. Birden ani bir hareketle kahkaha atarak musluğun başına ayalarını sıkıştırarak bütün suyu bana itti. Ben bağırmaya başlarken "Pardon hünkarım, ısıtmayı unutmuşum," dedi, kahkaha attık. Kahvaltımızı neşeyle yaptık. Sonra o arkadaşlarının yanına gitti, bense tekrar çıktım dışarı. Öğlen olduğunda her şey daha güzeldi; güneş en tepede, bulutsuz masmavi gökyüzü. Güneşin ışıkları tenime öyle iyi geliyordu ki iliklerime kadar ısındığımı hissediyordum. Akşam eve geldiğimde kapı kilitliydi, demek ki Melisa yoktu evde çünkü o kilitlemeden çıkar, bense hep kilitlerdim. Açtım kilidi, bir terslik var olduğunu hissettim. Ben hep iki defa çeviririm ama bu bir defa çevrilmişti. Neyse, takılmamıştım o kadar. Kapıyı araladım, içeri adımımı attığımda su sesi duydum sanki. Ayaklarıma doğru yavaşça yönelince ayakkabımın tabanı tamamen kan içindeydi.
Bir an şoka uğrayarak geriledim, adımımı dışarı atar atmaz ayağım kayıverdi birden. O acıyı umursamaksızın doğruldum. Yere belenen kandan destek alarak ayağa kalktım, ellerim kan içinde; iğrenç bir çiğ kokusu. Tekrar kapıya yöneldim, koridor boyunca başımı kaldırdım, soldaki mutfağın kapısında bir ayak görünüyordu. Bu Melisa'nın ayakkabısı değildi, zaten onun ayakları ufacıktı. İçeri parmak uçlarımla, koridorun duvarlarından destek alarak temkinli bir şekilde girdim. Sol ayağın göründüğü kapının hizasına geldiğimde sanki hiçbir şey görmemiş de bakmak için tedirgin olduğumu hissettim, oysaki her şey gözlerimin önünde idi. Görüyordum fakat algılayamıyordum. Alt kattan gelen kapı sesiyle kendime geldim, hemen evin kapısını kapattım, sonra düşünmeye başlamıştım.
Gördüğüm üç ceset Melisa'nın arkadaşlarının başları ve bilekleri kesilmiş halleriydi, evet. Ama bir rahatlama çöktü üzerime. Melisa neredeydi, o yoktu. Mutlu hissetmeye başladım ama çok sürmedi. Diğer odaları gezerken bir bacak gördüm, kusacak gibi oldum, sonra topladım kendimi. Diğer odaya geçerken iki kol ve kalan bir bacağı gördüm. Her yer kan ve et parçalarıyla doluydu, evi nasıl bu kadar kısa sürede hayvan mezbahasına döndürmüşlerdi? Her odayı gezdim, Melisa yoktu. O içerinin kokusundan kurtulmak için bir an önce kapıya attım kendimi. Polisi aramak için telefonu çıkarttım. Kaçtı buranın polisinin numarası! Lanet olası aklıma gelmiyordu bir türlü. En sonunda otobüs duraklarının camlarındaki afişler geldi gözümün önüne. Evet, hatırlamıştım, 155'ti. Aradım, çok sakin şekilde konuşup adresimi verdim, polisler çok sürmeden geldi.
Benimle birisi -sanırım amirleri- konuşurken diğer grup içeriye girdi ve her şeyi ufak torbalara koydular; cesetleri ve parçalarını torbalara koyup fermuarlarını çekiyorlardı. Aralarında konuştukları diyalogda "Neler olmuş burada? Bu nasıl bir caniliktir!" diye söylemleri dinlerken birden komiserin "Tanıyormuş," deyişiyle dikkatimi toplayarak düzgün bir diksiyonla "Hayır efendim ama bunlar Melisa'nın arkadaşları olsa gerek," dedim. "Melisa kim?" dedi, bense "Buraya geliş sebebim, geldiğimden beridir yanındayım, beraber yaşıyorduk. Eve girdim, onu göremedim," dedim. "Numarasına nasıl ulaşabiliriz?" dedi. O an işte Melisa'yı bu şok anında aramak aklımın ucundan bile geçmemişti, hemen alelacele telefonumu çıkararak numarayı verdim. Komiser beni baştan aşağı analiz ediyor, suçlu olma ihtimalimi değerlendiriyordu. Neyse ki ikinci dıtt sesinden sonra açıldı telefon. "Alo, alo" deyişini duydum, o an elimden alınıverdi telefon. "Neredesiniz Melisa Hanım?" dedi komiser. "Siz kimsiniz?" dedi, "Robert nerede, ne oldu ona?" derken "Ben iyiyim," dedim aradan. Melisa "Siz kimsiniz?" diye yineledi, komiser "Ben Başkomiser Sedat, hemen eve gelmeniz lazım," dedi. O da titrek bir sesle "İki dakikaya oradayım," dedi. Sesi hemen gölgelenmişti, sanırım tüylerine varana kadar irkilmiş, aklında binlerce kurgu oluşturmuştu. Çok geçmeden merdivenleri parçalamak istercesine vurarak çıkılan topuklu sesiyle geldiğini anladım. "Merhaba Melisa," dedim, gözleri bende değildi. Kapı boşluğundan içeriyi süzüyordu. Durdu, bekledi, olduğu yerde kaldı, hiç kıpırdayamadı. Elindeki telefonu çantasına koymaya çalışırken yere düşürdü ama umurunda bile değildi telefon. Her şey donakalmış, o güzel yüzüne gölgeler inmişti. Kalender tavrından, duruşundan eser yoktu. Ben onu hiç bu şekilde görmemiştim. Dizleri bükülür gibi oldu, dudakları kıvrılmaya başladı, ben durumun farkına varır varmaz hızlıca yanına gidip tuttum onu. "Neler oluyor burada Rob?" dedi. "Neler oldu burada!" diye bağırarak yineledi. Herkes bize bakıyordu, o sıra Sedat komiser "Herkes işine devam etsin," dedi ve merdiveni işaret etti bize. Üçümüz dizilmiş, ortamıza Melisa'yı almışız; "Biz de bilmiyoruz," diye sürdürdü sözlerini. "Kendinizi toparlarsanız teşhis etmenizi isteyebiliriz maktulleri."
"Hayır hayır, olmaz, görmüyor musun bulunduğu durumu!" diye çıkıştım. "Sakin olun beyefendi," diyerek telkin etmeye çalışıyordu. "Olamam sakin falan! Nedir bu lanet olay? Nasıl olabilir? Hiç mi kamera yok, hiç mi tanık yok! Bizimle ilgilenmektense işinizi yapın, ben de Melisa'ya destek olayım. Morgda teşhis eder, o zamana da biraz kendine gelmiş olur."
"Tamam," dedi "ama bizimle karakola gelmeniz lazım."
"Peki," dedim, "Özür dilerim ama görüyorsunuz içine düştüğümüz durumu," diyerek, kendimi savunarak özür diledim, o da anlayışla başını sallayarak tebessüm etti.
Ertesi gün her şey bitti, suçsuz olduğumuzu kanıtladık derken Melisa'yla beni apar topar aldılar evden. "Maktullerin iç organları yokmuş, özenle kesilmiş," dedi Sedat. Ben bir anlam verememiştim. Melisa'nın kılı bile kıpırdamamıştı. Bu kadar sakin kalabilmesi beni ürpertiyordu oysaki. Sedat komiser bizim ifadelerimizi tekrar alıp gönderdi. O evde kalamazdık, birkaç eşyamızı alıp bir otele yerleştik. Akşam yemeği için resepsiyonun tarif ettiği salona ilerledik. Büyük bir kapı karşıladı bizi, ben önce davranarak açtım kapıyı. İçerideki canlı müziğin sesi kulaklarıma bahar rüzgarları gibi hafif ama etkili şekilde çarptı, bir tebessüm ederek Melisa'ya baktım, gözlerindeki donukluktan eser yoktu; sevinmiş, iyi hissetmiş olmalıydı; uzun zaman geçmişti en son çıktığımız yemeğin üzerinden. Güzel bir ziyafetten sonra tekrar odamıza çıkmak için asansöre ilerledik, asansörden indikten sonra telefonu çaldı Melisa'nın. Heyecanla açtı, "Alo," dedi, sonra karşıdaki birisi öyle şeyler söylemiş olmalıydı ki bir anda yüzü gölgelendi ve bana baktı acırmışçasına, sanki beni son görüşüymüş gibiydi. Ben mimiklerimle ne olduğunu sordum, oysa sessiz kaldı ve telefonu kapattı. Sonrasında odaya geçtik. Beni öptü. "Ne oldu, birden yüzün düştü," dedim. "Hiçbir şey," dedi, devam etti. O sıra ellerini ensemden çekti ve arkasına götürdü. Kemer yerinde geziyordu, ben pantolonunu indirecek sanmıştım ki kolumda bir acı hissettim. Evet, kemerinden çıkardığı çakıyı koluma saplamıştı. Kendisini sağ elimle hızla ittim, üç adım geriledi ama düşmedi. Tekrar üzerime koştu ve karın boşluğuma sağlam bir tekme attı. Bunun etkisiyle eğildim, o an aşağıdan yüzüme doğru gelen dizi fark ettim. İki elimi de yüzüme kalkan yaptım, buna rağmen ellerimin üstünün burnuma yapıştığını hissettim, neyse ki kanamamıştı. Doğruldum ve "Ne yapıyorsun!" diye bağırdım, kimseler duymamıştı sesimi. "Özür dilerim ama öldürmem gerekiyor seni," dedi öfkeyle, nefretle; az önceki o güzel kadından eser yoktu. Tek gayesi beni öldürmekti. "Evdekileri de mi sen öldürdün?" dedim, pis bir gülümsemeyle "Evet," dedi. "Orospu çocuğu!" diyerek vurguladım. "Neden?" dedim. "Bu benim işim, insanları parçalayarak organlarını teslim etmek," dedi, sonra tekrar saldırdı üzerime. Ben o sırada kolumdaki bıçağı çıkararak sağ köprücük kemiğinin üç santim aşağısına sapladım, acıyla kıvranırken yüzüne çok sağlam bir yumruk daha attım. Sol kolum çok acıyordu ama umursamadan saçlarından tuttum, "Neden yaptın! Neden yapıyorsun!" diye haykırdım, inleyerek gülmeye devam etti. Sonra omzuna uzandı; elleri, tişörtü, her yeri kan içinde kalmıştı ama alışmış olmalı kana ve acıya. Umursamadan doğruldu. Saçlarını bırakmamıştım, güçlü bir kadındı ama ben daha güçlüydüm. Ne de olsa ikimiz de hasar almıştık. Belinden silahı çıkarmaya çalıştı, ufacıktı, daha önce fark etmememin sebebi bu olmalıydı. Silahın namlusunu görür görmez sapladığım yerden çıkardım bıçağı ve defalarca boynuna sapladım, kan kapıya doğru fışkırdı, ellerimin içi kan dolmuştu. Elimi geri çektiğimde bıçak elimden kaymış, orada kalmıştı. Hiç bunu yapmak istemedim hatta yaparken kendimde değildim. Kan avcumun içinden bileklerime süzülürken ağırlaşan vücudundan dolayı saçları gergin birer yay ipiymiş gibi tek tek kopmaya başladı, kollarım kaldıramadı. Zaten acıdan gözlerim dolmuş, öfkeyle burnumdan soluyordum. Bu ben değildim, inanamamıştım kendime. Bıraktım saçlarını, yığıldı yere. Dolu bir çöp torbası gibi yığıldı kaldı. Son bir defa o gözlerine baktım, artık ışıl ışıl değildi, yavaşca sönüyordu gözlerindeki hayat. Banyoya geçtim, aynaya baktım, her yerim kan içindeydi. Temizlendim, duş aldım, her şeyi oracıkta bıraktım. Biraz para ve arabasının anahtarını aldım. İşte buradayım, senin yanında ne yapacağımdan bihaber.
Yanıma oturan Robert ağlamaya, haykırmaya başlamıştı. Sesi kesik kesik çıkana kadar haykırıyordu, "Ne olacak? Şimdi n'apacağım? Neden benim başıma geldi bunlar?" diyerek haykırıyordu. Bense biraz toprağı oynatarak canlandırdım bu kuru ve sert gövdemi. Robert korkuyla ayaklandı. Ben manidar bir sesle "Otur, korkmana gerek yok, onca yaşadıklarından sonra benden korkacağını sanmıyorum," dedim. Ama korkuyordu. Biraz bekledim, sakinleştiğinde ona tekrar seslendim: "Robert, her şey düşündüğün kadar karmaşık değil. Sen kendin ölmen gerekirken onu öldürmedin, onun ölmesi gerekti senin yaşaman için," dedikten sonra uzun bir süre sessiz kalarak düşündü. Sonra onlarca darbe almış ve zırhı üstüne ağır gelen bir gladyatörün cesareti içinde yavaşça doğruldu. "Çok haklısın," dedi, sonrasında bağırarak ekledi: "Öyle güçlüydü ki sesi uçuruma toprakları sürüklüyordu. Benim yaşamam için onun ölmesi gerekiyordu." Usulca belini bükerek beni selamladı ve arabaya bindi. Bense onu, arabasının stop lambaları sislerin arasında kaybolana kadar izledim.