Sosyal ortamlarında yalan dolan sevmemiş bir işçilikle güzel yapıların içinde yumuşak döşeklerde uyumuş bir ruhum. Reddedemem, silemem bu kısmı. Ayrıca, bana “Bırakırsan rahatlarsın.” dedikleri bazı şeyleri bırakmamakta verilmiş gibi yaşadım. Yaşım 24.6 senedir yazılımın varlığına muhatabım. Ona nasıl bakacağıma karar vermek, teknik yeterliliklerimi geliştirmemi zorlayacak kadar vaktimi aldı. Düşündüm, düşündüm, düşündüm. Var olduğum hiçbir yerde ne seslenmeden öylece durmak ne öylece beklemek bana göre değil. Her yaşamın, her hikayenin, her gözün, her yüreğin başka varlar olduğunu varsayarsam, cümlelerimin pek çoğunluğunu paylaşmaya kıyamadığımı da sayarsak bana sadece muhabbet üslubu kaldı. Şöyle böyle ismimi bilen, bir kimliğim, bir ceketimle bir biçim benimle iletişim kuranlar ayrı, “Ne yapıyor bu kadın burada?” diyenler ayrı şey anlayacak sanırım. Galiba en iyisi birkaç anı ile bu kez kelimelerin fırçalığına yaslanarak ressamlığı rahatsız etmeden bir şeyler söylemek.

Uzun ara verdiğim bu platforma defalarca yazı hazırlamış olmama rağmen paylaşmadım. 2 senedir aktif sosyal medya kullanımımı ve çevremin yoğunluğunu eklersek, farklı yollardan “insan olmak” denen özetin içindeki en kuvvetli kalemlerden birini farklı yollardan kullandım. Kurşun kalemin keskin ve sert ucunu hayatımdan çekip diğer tarafını çevirdim. Silgili olan tarafını... Yokun izlerini bıraktım kendimce. Çünkü kelimelerin, tavsiyelerin, yargıların bu denli yoğun olduğu zamanlarda belki de sağını solunu altını üstünü çekiştirmeden bir dil edinebilirim dedim. Muhabbet ettiğim zamanlarda üç boyuttan geniş olduğuna kani olduğum varlığım, mimiklerim, hislerim, jestlerim, sözünü ettiğim her adımımın ve duruşumun, durmalarımın alnıma, yüreğime, hayatıma kazındığı çok rahat hissedilebilirdi. Ancak, sadece yazmak, öylece…


Orhan Pamuk’un İstanbul kitabını okudum. Okurken Fatma Hanım’ımın yanındaydım. 80’li yaşlardaki arkadaşım. Uzun yürüyüşümün sonunda beni bekleyen, bu sert sarıdan yapılma şehrin içindeki en sıcak nefeslerimden benim o. Kitabıma onun yanında başladım.. Orhan Pamuk; öylece kendi hayatından zihnimin içinde binlerce kez yanımdan geçişim gibi paylaştıkları etkiledi beni. Bir süre ne yükselen sesime ne halime engel olabildim. Ve derin adaletimden öfkenin tam zamanı olduğuna dair sesler duydum. Neden? Zor çocukluk, dağınık bir aile, şakağımın en güzel incisi İstanbul, Pamuk Apartmanı, yolculuklar, zenginlik, fakirlik, kendinin, bedeninin farkına varış, tüm bunların yanında onun öylece kendi kalbini saklaya sakına koruyabilmiş olmasınaydı hayretim. Cümleler ardı ardına aktığında bir başkasının dışarıdan görerek psikolojik bazı tanılar koyacağından emin evreninin ardında tüm ruhu ile duruşu, hayatını kendi köşesinden usul usul akıtışı, o bohem yanı, o cehennemleri, o sahnelerdeki sıcaklığı okuyanın yüreğine aracısız ulaştırısı, hayata sövdürdü beni. Evet, yaptı. Çünkü öyle bir çağ ki birinin, bir ebeveynin, bir arkadaşın, bir dostun, bir aile üyesinin, bir kişinin yek diğerine sağladığı bir özgürlük değil bu. O hayal dünyasını anlatmamayı seçerek buraya varmıştı. Onun bastığı taşlara basarken duvarların törpülenmemiş yanlarına sürtünerek kana ulaşan tenim, binemediğim trenlerin, gidemediğim memleketlerin, yek diğerine göre asla olamayacağım başka bir İsimsiz ile karşılaştırdı beni.

Galiba tam da bu yüzden insanların gezinip isimlerimizi aratıp sağlam bir araştırma yaptığı takdirde toplayamayacağı çok az şey bırakmalarımızın yanında, gönüllerimizde bizimle yaşayan o hayattan şeyin, gelişmeler, çağ, alet, edevat, zihniyet, felsefe bizi nerede bırakırsa bıraksın hep aynı yerde tutacak kendini: Bir göğüsün dibinde. Dışında düne kadar insan soyundan üretilememiş geçirgen ama kuvvetli bir ten, içinde savunmanın insandaki ilk varlığı kafesten kemikler, kaslar, damarlar, işte bir sürü damla su ve bir damla kan.. Bu mahluk, sadece materyal kısımda bile “benim yerim iç.” diyor özetle. Görünmez, bahsedilmezse yakalanamaz; fikirleri toplanabilir, dinledikleri, okudukları ama kalbinden geçenler, asla..

İnsanlar ürettikleri işler ile önemsenir, unvanlarınca tanınır, tecrübelerince daha rahat hayatlara yürürler. Nefeslerini yan yana sayamadığımız bu insanlar (ciddi ve tüm samimiyetimle belirtiyorum ki) ne kadar ve ne yoğunlukta şeyler paylaşırlarsa paylaşsınlar, sadece gönüllerindeki birikime aynalar. Ancak oradan çürüyebilir ve ancak oradan yaşayabilirler.

Bir insan, daha özetle ben, bu ilimlerin çağlayan gibi üzerime döküldüğü zamanlarda ibremi dış cepheden ayrı tutacağım diye oldukça çaba sarf ettim. Lakin benim paylaşmalarım yalnız tek bir kaynaktandı: bir daha doğumum ve ölümüm yaşanmayacak, uzaktan bakan için keten kıyafetlerle dağdan, ateşten dalgaların içinden oluşan silüetim; bu silüetin içinde, kendine, ömrüne, aradıklarına, bulamadıklarına, körleştiklerine, okuyabildiklerine ulaşılabilmesi, samimiyetle, bir başka insan için ilim nevinden bir kaynak olabilirdi. Yazmanın kıyısına böyle vardım. Tahtasız, insansız ancak buraya vardım. Şule Gürbüz’ün bahsettiği “hala derinden acı çekme kabiliyeti olan insanlar” dediğinde doğal, doğadan bir şey duymuş gibiydi kulaklarım. İsimler, kitaplar, filmler böyle doldu hayatıma. “Benziyoruz” dediğim insanlarla kavgalar değil, bin dolu muhabbetler ede ede buraya vardım. Baktım, onlar gönülden vurmuş bu tınılara. Ben de vurayım dedim. Bir daha hiç kimse birbiri için bunu yapamaz. Bir insan, en yakının bile ömrünü yaşayamaz, zorla bir başkasına yaşatamaz. Böylesi özgün bir atmosferden nefesimi her kaybettiğimde o zarı genişletmenin çığlıkları birikti bende. Emrimde hiç kimse yok; ekibim, birlikte çalıştığım insanlar, sadece kelimelerim var. Selamlarımda, merhabalarımda insanlar var. Nedenini bilmeden tecrübe ettiğim yol ayrımlarım var. Takatimin potama tak ettiği, ardı arkasına ekleyebileceğim bin tane başarısızlık etiketli gayretim var. Hiç kimse için kıymetten sayılmamış yol yürümelerim var. Sadece böylesi gidilen yerlerin soğuğu beni hep tebessüm ettirdi insanlara. Var hayatımın bin tane realitesi, rasyonel kataraktları, analiz edilmiş analitik değerlendirmeleri, bazı ihanetlerin çok basit oluşmuş fizik denklemleri, bazılarının katman katman üst üste eklenmesi ile türevi, karekökü sürekli alınan matematiği, benden çalınan müdahaleli bin tane ölü fraktallarım var içimde taşıdığım. Suyun “artık burada duramayız” dediği zamanların yanında muhabbetlerde sustuğum yanları, gün içinde iki insanın mimiklerinden topladıklarımı, bir saniyede hissedilip ömre gark olmuş hislerin paragraflarını, yutağıma dizile dizile ses tellerimi göklere çekmiş ve bir anda yere çalmış pek çok hissedişin uyumlu ve hoş bir araya gelmesinden çok, oynamasız, işlemesiz, eğilip bükülmemiş geldiği gibi gelen hallerini toplamak niyetindeyim. Var benim de bazı mektuplarım, başlıklarına senelerimi verdiğim, var benim de öylesine dediğim hisleri topladığım keşmekeş cümlelerim, var benim de yokluklarım, bana sunulmamış, ölümlerini seyrettiğim hadiseler ve insanlarım.

Merhaba.