İçimde bir yerde kalabalıklar

Ağlayamadıkça kanıyorum

Kanadıkça yerici gözler sıyırıyor postumu kadavramdan

O taştan sunağın (öyle riyakar)

Erden halem güneşi soğuramayana değin

Başıma yastık olacağını duyumsuyorum

Son olmamaya ant içmişim bir kere

Küçük harfle başlayan tümcelere soyunmuşum  

Her şeyden önce

Kanayanlar uğruna adak adar gibi 

İçliklerime değin ben varım işte

Buradayım

Ve huy olmuş bende ölmek

Yapamıyorum


"Hadi malı kaynatalım." dedi Hatem. 

Sol gözünün çevresindeki koca mor halka, kahkaha atmaya başladığında kaşlarına doğru şahlandı, kazayakları oradaki çürümüşlükte kamufle oluyordu. Durduğunda dudaklarını yaladı. Vücudunu bir titreme yalayıp geçti. Sesinin ciddi bir pesliğe büründüğünü fark eden Abat, ürktü. 

"Bu sefer yeni dostumuzun şerefine." 

 "MÖÖ MÖÖ!" sesleri yankılandı odada. 

"Sen onlara..."

Küçük bir çerçeve sıvası dökülmüş duvardan kayıp ahşap zemini boyladı. Kırılan şeyin çerçeve mi, ahşap mı olduğunu kavrayamadı Abat. 

Burası Hatem’in kaldığı yerdi. Ne zaman malı cepleseler kendilerini burada bulurlardı, öyle demişti Hatem. Abat’ın burada ilk bulunuşuydu. 

"Annemin resmiydi. Her neyse, hangi bok çukurundaysa yakında oranın zemininden cesedini kazırlar umarım." 

Durup ekledi, "Bir spatulayla." 

Yine o histerik kahkaha. 

"Tek dileğim bir iğne çakıp bu sıçan yuvasından defolmak. Bu saçmalıklarla uğraşacak halim yok. Ne zaman başlıyoruz?" dedi içlerinden biri.

Hatem kaşığını, çakmağını ve pamuk topunu çıkardı.

"Vim bu, oğlum. Fena kafa yapıyor. Geçen... Pek hatırlamıyorum ama... Evet, fena kafa yapıyor kardeşim, şanslısın."

Soluklar tutuldu, iğnenin sivri ucu deriyi buldu. Tamam, Vin damarlara sızmıştı. 

Abat derin bir oh çekti. Hemen ardından başı geriye düştü, sırtı çıplak parkeleri buldu. Ahşap içine göçmüştü. Yüzünde peyda olan, ağzını da koca bir sırıtışla çarpıtan müsterih ifadeden anlaşılıyordu ki, bu umurunda değildi. 

Beş kişilerdi. Her biri ampulün yengisine inleyerek arka çıkıyordu. Abat’ın, evlerindeki dar kilerde, elinde müstehcen dergiler, güzel kızların koca kalçalarına bakar ve annesinin günah olarak tanımladığı eylemlerde bulunurken duyumsadığı tatminden daha yüce bir şeydi bu. Yeniyetmeliğinde harçlığının büyük kısmını o boklara bayıyordu. Şimdi bu hissin yalnız kasıklarında değil, her yerinde olduğu gerçeği ona şöyle dedirtiyordu, "Çağlar devrilir. Yöntemler değişir. İnsanlar değişmez."      İnsanların hayattaki tek gayesi tatmin olmaktı. Diğerlerini mutlu etme uğraşı içindeyken dahi acizce kendi kıçlarının derdine düşüyorlardı, kahrolasıcalar. Annelerinin isteğiyle çamaşır makinesini tamir etmeye girişirlerdi örneğin. İş bulamadıkları, buna binaen dünyevi hayatta gözlerine çarpan her küçük şeyin kendilerine acı verdiği varsayımında bulunulursa, annelerini sözde kırmamak için alınlarından boşanan terleri peçeteyle silmeleri, sonra tornavidayı sıkı sıkı tutmaları şöyle yorumlanabilirdi, mutlu olmak istiyorlardı. Annelerinin yanaklarındaki gelincikleri tekte şaha kaldıran o gülüş acılarını bir an olsun pusa yatıracaktı.

 Tatmin olmak için başkalarını tatmin etme içgüdüsüne sahip olan adi yaratıklar...

Geçen senenin son çeyreğinin başında Abat’ın buhranları vuku bulmuştu. Hayatında yolunda gitmeyen hiçbir şey yoktu görünürde. Sabahları aynaya akseden çarpık çehresini incelemeye koyuluyor, aradan bir dakika geçmeden yiten mekân algısı tüm uzuvlarını karıncalandırıp ayaklarının yerden kesildiği hissinin açığa çıkmasına neden oluyordu. Hiçbir yerde, hiç kimseydi. Ayaklarını basacağı zemin usunda bir boşluktan ibaret olduğundan kendine gelme süreci yere yığılvermesiyle başlıyordu. Fakat ayakları yere basmaya devam eder ve kendisi o donuk duruşu sürdürürken hiç yitmeyen bir şey vardı ortada, yansıması. Uzayın daraç kuytularından yolu buraya düşen, hiç kimse tarafından yaratılmamış, hiçbir şey yaratma inceliğinde de bulunacak denli anlayışlı yahut aksine şeytani olan çarpık yansıma... Kendi yansıması. Değişirdi. Değirmileşen ağzının derinliklerine yuvalamış derin karaltı dudaklarına taşar, oradan kıvrıla kıvrıla yavaşça çenesine sünerdi. Kaşlarına uzanmaya kalkışan kirpikleri yarı yolda durur, sarmallar yaratmak için devinirdi. En sonunda görüntü bir dış etken -bir ses- tarafından küçük bir "Pup!" sesiyle alaşağı edilirdi. 

"Hala orada mısın?"

PUP.

Abat bu küçük pup sesini gün içinde bazen duyardı. Bu ses bir forma bürünse ortaya dalgalı bir çizgi çıkardı. Tüm pup’lar ard arda geldiğinde -bu, yorucu günlerin sonunda sıklıkla olan bir şeydi- bu çizgiler birleşip kendi merkezlerine doğru çekilir, sarmallardan müteşekkil garip, karmaşık bir karalamaya evrilirdi. Pup. Pup. Pup. Pup. Pup. Abat kulaklarını tıkardı. Bilmiyordu, ses kafatasının içindeydi.


En kötüsüyse zihni berrakken bağrına kökleşen danaydı. Bir adam kaburga kemiklerinin arasına o danayı sıkıca bağlar, dualar haykırırdı. Adamın ağzı ateşti, ağzından dökülenler kor. Gür sesi kemiklerini, organlarını dağlıyordu.

Görüntü yoktu. Yalnızca ses. Abat’ın hayalinde bu adam kara harmaniyelere kuşanmış kavruk tenli biriydi. Hakkında o denli düşünmüştü ki o kelimeleri telaffuz ederken ağzının aldığı şekli kafasında canlandırmaya çalışır, çözerse şayet dudaklarının nasıl bir kıvrımla ağzını çevrelediğini tahmin edebileceği hissine kapılırdı. Yüzünün bir parçasını bilmek hiç şüphesiz nasıl göründüğünü anlamaya yaklaşmak için bir adım -Abat için koca bir adım- sayılırdı. 

Bazen onu gördüğünü sanardı. En azından hayatının son dönemlerinde sıkça görmeye alıştığı garip siluetleri onun varlığına yorardı.

 O dualar... Danayı kesmeden önce edilen dualardı onlar. Abat biliyordu, bu adam sustuğunda ve kaburgalarının arasında yankılanan şey bu sefer satırın sesi olduğunda acısı son bulacaktı. 

Onun siluetiyle -ya da silueti olduğunu düşündüğü şeyle- ne vakit karşılaşsa fısıldardı, "Kes artık. Kes artık, kulun köpeğin olayım!" 

Sesi hırçınlaştığında görüntü kaybolurdu. PUP!

Abat yatağına uzanıp ağlardı. Ayalarıyla gözlerini peçeler, bunu yaparak gözyaşlarını Tanrı’dan sakladığını düşünürdü.

"Bana hak gördüğün acıyı taşıyamıyorum, isyan ediyorum sana." demekti bu.

Ağlama yetisini birkaç ay sonra yitirdi Abat. 

Fakat bir şey çalınmıştı kulağına. Tanrı sözde her şeyi görüyordu. Abat sindiremedi bunu, inanmadı başta. Fakat içi içini yiyor, ne vakit yadında bu konu hakkında söylenenler yeşerse titremeye başlıyordu. Geçmişte işlediği günahların bedeli buydu belki; o adamın yüzünü asla görememek. Sonra düşündü, belki adamın satırı yoktu, tamam, vardı belki fakat körelmişti. Evet! Çok iyi kalpliydi bu adam. Herkesin bağrındaki danayı kesiyordu, satırı körelmişti haliyle. 

Bu düşüncenin aklının bir köşesine yerleştiği gün nereye gitse yanında satır taşıma kararı aldı. Ne zaman nerede karşısına çıkacağı belli olmayan bu adama karşı temkinli olmak zorundaydı, ona rastladığında o tarafa yavaşça fırlatıverirdi satırını.

Çok geçmeden başka bir şey daha öğrendi. Tanrı merhametliydi, her şeyi affederdi. Bu, onu kemale erdirdi. Artık istese dahi ağlayamadığı bir gerçekti fakat ağlayabiliyor olsaydı şüphesiz arada kalbi ferah şekilde ağlayabilirdi. Çünkü Tanrı merhametliydi. Tanrı affederdi.

Hatem ile yolu kesiştiğinde çok kötü durumdaydı. Ona aynaya baktığında yansıması hariç çevresindeki her şeyin ansızın kaybolup yerini karanlığa bıraktığını, o yansımanın kendisine ait olmadığını, dönüştüğünü, sonra bağrındaki danayı ve dualar haykıran o adamı, organlarının dağlanışını, tüm o kahrolası pup pup’ları anlatamazdı. Her şeyden önce herkes koca bir ahmaktı. Üstelik bu durum Hatem’de daha baskındı. Tanrı aşkına, uyuşturucu ruhuna işlemişti adamın!

Kimse olan biteni kendi içinde bu denli rasyonalist biçimde evirip çevirerek ortaya bunların nedenini açıklayan böylesi güzel sonuçlar çıkaramazdı. Bunlara inanmak için dahi farklı bir göz ve zeka gerekiyordu. 

"Annem öldü. Çok severdim." dedi. İkisi de yalandı. Hatem’in gözleri doldu; daha önce içinde anne sevgisini duyumsamıştı sanki.

Hangi bok çukurundaysa yakında oranın zemininden cesedini kazırlar umarım.

Birden Abat’a sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Bir spatulayla.

"Acını hafifletmek için elimden geleni yapacağım kardeşim, inan." 

Abat’a doladığı kollarını ansızın çekip kendine çeki düzen verdi, ardından bir kahkaha patlattı.

"Bayılacaksın."

Ertesi gün Abat kendini burada buldu.

İsrailoğulları’na Kenan’ı fethettiren kudret helvasının tadı böyle olmalıydı. Damakta değil, ruhta nüksediyordu bu tat. Masonların mannalarının içine katıp öğuttükleri altının sihri vardı içinde. Haşhaş tarlasında uyuyakalan kimselerin düşlerinde gördükleri renkler bedeninde oynaşıyordu Abat’ın. Mor, sarı, yeşil, kırmızı... Abat bu renklerden birini tuttu. Yeşil. Omzundaydı. Bir kümülüs gibi oraya sıkış tepiş konuşlanmıştı. Gözleri kapalıydı fakat el yordamıyla hissedebiliyordu onu. Zihninde görüntüsü mevcuttu. Bu, onu yeterince gerçek kılardı. Çıkıntılı bir yüzeyi vardı. Ansızın bu çıkıntılardan birinin içine mor bir renk kümesi yerleşti. Dağıldı oradan ve göğsüne sızdı. Kırmızı bir renk kümesi yolunu kesti onun. Mor, devingenliğinden ödün vermeyip onu aynı düzlemde yürüyüşlerini sürdürmeye tabii bıraktı. Şimdi doğru kaburga kemiklerinin olduğu yere yol alıyorlardı. Abat danayı boğmaya niyetlendiklerini hissetti. Derisinden içeri sızdılar. Kırmızı, dananın tüm bedenini sarmaladı. Mor da ona katıldı. Öyle güçlü tutuyorlardı ki dana canhıraş çığlıklar koparmaya başladı. Abat göğsünün sancıdığını hissediyordu bu arada. Danayla birlikte o da inlemeye başladı. O seslerin arasında tiz bir ses daha işitti Abat. Adam ağlıyordu. Sesi her zamankinin aksine öyle kısık ve acınasıydı ki bir an için renkleri oradan def etmeyi düşündü. Geç kaldı. Oldukça iri bir sarı ansızın o karmaşada peyda oldu, danaya aman vermedi. Dana, patladı. Adam haykırdı. Bu haykırış Abat gözlerini açtığında sürmeye devam etti. Abat delice kahkahalar atmaya başladığında ise gittikçe kısıklaştı, en sonunda kesildi.

Kollarını kendine dolayıp zıplamaya başladı. Birkaç kişi daha ayaklanıp ona katıldı. Yere yığılıp ağlamaya giriştiğinde ise onu yuhaladılar. Adamı düşünüyordu Abat. Patlayan danadan saçılan kanlar kara harmaniyesini lekelemiş olmalıydı. Onu öylesine sefil bir halde ağlarken hayal etmek vicdanını sızlatmıştı o an için. Renkler iyilik etmişti Abat’a fakat bunu yaparken o adamın işine köstek olmuşlardı; şimdi, adam acı içindeydi. Muhtemelen vazifesini yerine getiremediği için Tanrı’dan azar işitecekti. Renklerin yaptığı, durum böyleyken sevaptan sayılır mıydı? 


Abat o günden sonra yanında satır taşımayı bıraktı. İçindeki hafiflik dayanılmaz bir duygu tarafından baskılanıyordu. Harmaniyesindeki kanları temizleyerek onu önemsediğini ve bunun renkler adına af dilemenin bir yolu olduğunu hissettirmenin o an için en makul yol olduğunu düşündü. Bu sefer nereye gitse yanında bir temizlik bezi taşımaya başladı. 


Renkler bir saat sonra öldü. İntihar etmiş olabilirlerdi. 

"O adama yaptıklarının bedeli olarak... Evet, bu vicdan azabıyla yaşamak kolay mı, kahrolasıcalar!" diye düşündü Abat.


Yine de sızlayan vicdanı ve renklere olan kinine karşın üç günün ardından kendini yine o sıçan yuvasında buldu. 

"Bu seferki mal fena, Abat... Bir dene de gör, Vin yanında halt yemiş." demişti Hatem.

Abat bu seferkinin farklı olacağını düşündü. Renkler çoktan toprağı boylamıştı, sırada başka bir şey, güzel bir şey olmalıydı. 

Gelen şey renkler değil, pup sesleri oldu. İlk pup’un kulağını cırmalamasıyla gözlerini açması bir olan Abat’ın bakışları içgüdüyle kapının eşiğine kaydı. Orada, kara bir gölge vardı. Diğerleri kendi aralarında kahkaha atıp uzuvlarını garip biçimlere sokarak geyik yapıyordu. Dizleri üzerinde doğrulup usulca ufak bir adım attı. Bir "Pup!" daha. Tabanları her adımında kurt yeniği parkeleri gıcırdatıyordu. Geri döndüğü için minnettardı. Belki kendini affettirebilmesi için ona küçük bir imkan sunma lütfunda bulunma yoluydu bu, Tanrı’m, bir ilahtı o! Ne anlayışlıydı... Onu ürkütüp kaçıracak olma düşüncesi kalbini sızlatıyordu. Sonra elinde temizlik bezi olmadığını hatırladı ansızın. Bu, konuğunu layıkıyla ağırlamasının ön koşuluydu. Koşar adım çantasına vardı. Kanepedeydi. Arkasını döndüğünde orada olmadığını gördü ve içten bir "Ah!" ile esefle yere yığıldı. Kollarını kıbleyi bulmaya çalışan kör biri gibi önüne uzatıp başını yere eğmişti. Ağlayamıyordu. Genzinden öksürüğe benzer tiz sesler geliyor, dahası için uğraşıyor, hatta gözlerini sıkıca kapatıp başını sertçe yerlere vuruyordu ama yok, hayır, imkansızdı. 


Evveliyetsiz bir güneş doğuyor geceleri içlerime içlerime

Yaradan gözlerime doluyor, ağlayamıyorum


Ansızın haykırdı.

"Rabbim ağlayamıyorum! Ağlayamıyorum!"

Diğerleri kahkaha atmaya başladı. 

"Ağlamak istediğine eminsen, ben..."

"Rabbin sen bu kapıdan içeri girdiğinde öldü, ahmak."

Hatem her şeyden bihaber yerde uzanmış kıkırdıyordu.


Adamı yeniden görecek olma ihtimali Abat’ın içini kıpır kıpır ediyordu. 

"Ajax." demişti Hatem. "Ajax bu, oğlum." 

Ajax onu günahlarından arındırabilecek kudretteki tek şeydi. 

Abat her gün Ajax almaya başladı. Bu arada tüm o pup’lar iki katına çıkmıştı.

Evindeki tüm aynaları bir örtüyle örtmüş, o kumaş parçalarının, aksinin zehrini tüküreceği düşüncesini benimsemişti. 

Yalnız bir gün, Hatem’in evinde toplaşan ucubeler arasından bir kız yanında el aynasını çıkartmış, buna gözü takılan Abat, kızın çökkün çehresi ardında kendini görmüştü. Bir şeyler yanlış olduğunu bilse de onu oraya odaklanmaya zorluyordu her seferinde. Bir kuklaydı; ipleri o karanlık varlığın elinde olan bayağı bir kukla. Yalnız ahşaptan değil, ızdıraptandı. 

Yarım dakika ya olmuş ya olmamıştı ki Abat bilincini yitirip kanepeye yığılıvermişti. Kendine geldiğinde ona Ajax vermiş, iğne derisini delip geçerken gülümsediğini görünce kahkaha atmışlardı. Abat o adamı görecek olmanın düşüyle gülümsüyordu.

O gün adamı göremedi. Fakat onu takip eden bir ay süresince o adamı tamı tamına dört kez görecek denli şanslıydı. Kendisine kendi varlığını gözler önüne sunma lütfunda bulunduğu günlerin tarihlerini not aldı; 11,19,26, 28.

Bu sayıları uğurlu belledi. Uyuyamıyor, tüm günü bu sayıların arasındaki bağlantıyı çözmeye çabalamakla geçiyordu. 

Bağrında yine bir şeylerin, yeni bir şeylerin varlığını duyumsuyordu üstelik. Patlayan danadan saçılan kanlardan başka bir dana, hatta daha ağır bir yaratık üremiş olsa gerekti. Fakat adam varlığını hissettirmiyordu; dualar yoktu. 

Bir noktada bağrındaki yaratığın varlığı kendisini o denli rahatsız etmeye başladı ki tekrar Vin almayı dahi düşündü. Vin, Ajax gibi değildi. Renkleri getiriyordu. Renkler tekrar o yaratığı katledebilirdi. Hem adam da son zamanlarda bağrında görünmüyordu; Abat bunu orayı terk ettiği şeklinde yorumladı en sonunda. O yaratığı kesme vazifesi adamın elinden alındıysa renklerin adamın işine köstek olması gibi bir durum söz konusu olamazdı. Affettirilmesi gereken bir günah peyda olmazdı böylece. Abat bu düşünceyi benimsediğinde derin bir oh çekti. Vin ve Ajax’ı aynı anda alma kararı aldı sonra. Böylece hem adamı görüp harmaniyesindeki kanları temizleyerek kendisini ona affettirecek, hem de renkler gelip bağrındaki yaratığı patlatacaktı. Bir taşta iki kuş. Abat aklıyla gurur duydu. 


Ertesi gün Hatem’in evine gitti.

"Oğlum," dedi Hatem. "Kötü olur, demedi deme. Biliyor musun, bir arkadaşım vardı, inanmazsın ama öldü herif. Evet, kardeşim, yüksek dozdan. Keyif almak için almak lazım. Ne gerek var, hem sen parayı nereden buluyorsun?"

Abat yutkundu. Kenarda köşede birikmiş parası vardı, sonra tükenmişti bunlar. Milletten araklamaya başlamıştı. Annesinden hele... Duysa çok üzülürdü kadın. Öyle kızmazdı hiç, Abat’ı da çok severdi. Abat sebepsiz yere nefret ederdi ondan. Kadının sıfatında aksi bir şeyler vardı, anlayamıyordu bir türlü.                                                                         Hatem’e annesinin öldüğünü söylediği aklına geldi.

"Çalışıyorum," dedi Abat. "Bir lokantada."

"Vay be, oğlum! Ben de diyorum, bu adam... Baksana, anneni özlüyor musun hala?"

"Özlüyorum, daha fazlasına ihtiyacım var. Sen nasıl bir duygu olduğunu biliyor musun... Tüm o... Tabutunu görmek falan yani... O kadar ağladım ki gözyaşlarım tükendi. Görüyorsun ya, ağlayamıyorum artık! Acınası haldeyim."

"Kardeşim, ah... Bu seferki benden olsun."

Abat gülümsedi. 

Önce Vin, sonra Ajax. 

Başı geriye düştü. Kıkırdıyor, yerde kıvranıyordu. Biraz sakinlediğinde renklerin yolunu gözlemeye başladı. Adama kendini affettirmek sonra da halledilirdi. Önce şu bağrındaki... Bir kahkaha duydu. Fakat bu kahkahada insaniyetten uzak bir şey vardı, öyle bir tınıdaydı ki Abat’ın bedenini bir titreme yalayıp geçti. Gözlerini açtı. Bu sefer kapının eşiğine pinekleyip gizemli bir evham takınma gereği duymamıştı. Tam karşısında, kara harmaniyesi, kavruk teni ve ağzını çarpıtan koca bir tebessümle kendisine bakıyordu. 

"Lütfen..." dedi Abat titrek bir sesle. "Gitme." 

Adam kıpırdandı. 

"Üstündeki kanları temizleyeyim. Renklerin kusurunu mazur gör. İnan böyle olsun istemezdim. O danayı öyle..." 

Ayağa kalktı. Heyecanlanmıştı.

"Bak, çantamda bir bez var. Gerçi üstündeki şey kara, kanlar pek belli olmuyor. Sen yine de tertipli görünmek istersin. Bunu..." 

Adam ani bir hareketle gelip Abat’ın boğazına yapıştı. Abat istemsizce sıçradı, nefes nefeseydi. 

"Hatem’e yalan söyledin. Bu, en büyük günah. Kendini nasıl affettireceksin? Yalanını temize çek. Yolunu biliyorsun." 

Abat’ın boğazındaki iri elleri gevşedi. Yavaşça kapının eşiğine doğru süzüldü. Gözden yitti.

Çok sonra, Hatem’in arkadaş grubu, Abat’ın olup bittiğini iddia ettiği tüm bu olaylar hakkında şöyle diyecekti, "Abat yerde kıvranıyor, arada titriyor, sonra tuhaf, anlaşılmaz şeyler mırıldanıyordu. Birden gözlerini fal taşı gibi açıp doğruldu, telaşla evden def olup gitti."

Bu dedikleri kendileri arasında kalacaktı.


Abat evine gitmişti. Annesinin yanına. Günah çıkaracaktı. Annesinin öldüğü konusu bir yalan olmaktan çıkarsa günahlarından arınırdı. Çünkü yalan söylemek en büyük günahtı, adam öyle demişti. Cinayet yanında bir hiçti. Herhalde öyleydi. Adam yalan konuşmazdı, tanıdığı en iyi kalpli adamdı o.

Annesi balkonda oturuyordu. Abat satırını aldı. Bir zamanlar olur da karşısına çıkarsa o adama verip danayı öldürmesini isteyeceği satırdı bu. Ortada çok daha büyük bir dana vardı şimdi. Annesinin arkası dönüktü. Koca bir "ÇAT!" sesinin ardından kadının başı yere düştü. Çığlık atacak fırsatı dahi olmamıştı. Her şey usulcacık, hızlıca olup bitmişti. 

Abat ayaklarının topuğuyla kafayı çevirdi önce, sonra yere eğilip inceledi. Boynundan boşanan kanlar -ah, kızıl gelincikler!- kollarını ve zemini lekeliyordu. 

Annelerinin yanaklarında tomurcuklanan gelincikleri tekte şaha kaldıran o içten tebessümü görmek onları kemale erdirirdi.

Bu gelincikler yanaklarda değil, boyunlarda tomurcuklanan türdendi. Tatları huzur gibiydi; yani bedelleri ağırdı fakat esasında baldan farksızdılar.

Abat annesinin kafasını kucaklayıp uyudu. Güneş batıyordu.


Gece şehirlerden aktı ve bayağı bir incelikle son buldu. Şimdi ise, Güneş, Abat’ın taşlaşmış vücudunun kıvrımları arasında amiyane bir umarsızlıkla uyukluyordu. 

Abat’ın elleri amuda kalkarak o büğrü parmaklara fısıldadı. 

"Bir köşede oturup ağlama eylemini hayata geçirebilmek varlığı itibariyle bu denli komplike bir yapıya sahip olmamalı, ağlayamamak ise bu denli acı vermemeli. Ah! Sanıyorum ki bu yetimi yitireli beri mevsimler mevsimleri kovaladı, hatırlamak zor. O halde şimdi benim gibi böylesine bedbaht adamlara yaraşacak tek şey yakınmak ve yakarmaktan başka şey değil. Duyuyorsan beni, kahrolası ellerini kımıldat. Mesela Mallarme’nin eskil betiklerinden birinde dediği gibi başımı solgun entarinin sevecen kucağına koyarak kuru yanaklarımı ayalarınla ısıtmanı bekleyeyim. Mesela gözlerini amansız bir gülüşü gözler önüne sermeden önce hep yaptığın gibi kırp. Ama yok! Ama yok! Çığlar altındaki bir geyik denli soğuksun sen. Zavallı bir geyik."

Yerinde kımıldandı.

Gözlerini belertmiş, olanca bir kararlılıkla bakıyordu suratına. Adi, pis, kokuşmuş... Kalbine aman vermeyen bir süzüş.

"Belki ben de güzelliğine aman vermemeliyim."

Sessizlik.

Göklerde onu duyan yalnız mavi, duru, dupduru bir maviden başka şey değildi. 

"Tanrı’m!"

Abat’ın yanağı o soğuk yanakların üzerindeydi. "Bu noktada yapman gereken ağladığımı farz etmek ki eylemim dramatikleşebilsin. Ah, filmler; insana yaptıklarına bak!"

Yüzünü üzerinden çektiğinde gölgesi yüzünden sıyrıldı. Ne ışığın loşluğu, ne miyop gözleri olanca açıklığıyla ortada olanları görmesini engelleyebildi. Çehresini ışıtan allık yiterek yerini kireçsi bir beyazlığa bırakmıştı. Oysa gözleri hala açık olduğundan mıdır bilmez, yüzüne baktığında içinin sevgi ve şefkatle kabardığını duyumsamaktan kendimi alamadı Abat. Işık, gür kirpiklerinin gölgesini göz akına düşürüyor ve yine ışık göz bebeklerini ışıtarak görünümüne garip bir canlılık katıyordu. Kafası bedeniyle bir bütün olsa onu duyduğunu, yalnızca cevap vermeye tenezzül etmemekte kararlı olduğunu düşünürdü. Sonra belki vururdu ona. Ama yok! Ama yine yok! 

Hâlâ ona bakıyordu. Gözlerini kapasa mıydı? Gözlerini yerlerinden çıkartsa mıydı? Yoksa sadece ampulü patlatmak mı icap ediyordu? 

"Peki o zaman " dedi. "kendimi patlatayım"

Yine o bakış. Üzerine eğildi. Gölgesi bedenini sardı. Kopuk kafasını elleriyle kucakladı. Sonra... Elleri arasındaki kafayı -annesinin kafasını- olanca kuvvetiyle kendi kafasına doğru savurdu. Bir daha ve bir daha. Burnundan ve alnından kanlar boşanıyordu şimdi. O bakış! O bakış! 

"Tanrı’m, lütfen!" 

Bir daha ve bir daha. 

Sonra... Sonra gözlerinden bir damla yaş aktı.

Abat hüngür hüngür ağlıyordu şimdi. Annesini öldürmüştü; kafasını satırla tek darbede aşağıya indirerek hem de! O adam yok mu... Kahrolası! Hayır, Vin ve Ajax’tı suçlusu! Evet, onlar olmasaydı adam kötü emellerini gerçekleştirmek için aracı bulamayacaktı şüphesiz. 

"Bir daha alırsam..." dedi. Evin içinde deli gibi volta atıyordu. En sonunda orayı ateşe verme kararı aldı. Annesinin kafasını kucaklayıp balkondan aşağıya attı sonra, bedenini de beraberinde fırlatmaya hazırlanıyordu ki dairenin holünde sesler işitti. Saklanmaya koyuldu. Fakat onu yakaladılar.

"Vin!" dedi. "Ajax! Lütfen, ben yapmadım, yemin olsun!" 

Abat’ı müebbet cezasına çarptırdılar. Ağlıyor, yeminler ediyordu. Önündeki masaya bir gazete çarptıklarında Abat sustu, ağlaması bir an için durmuştu. 

 

Uyuşturucu bağımlısı olduğu iddia edilen A.S. henüz bilinmeyen bir nedenle annesiyle tartışma yaşadı. Onu öldürüp kestiği kafasını balkondan aşağı atan A.S. ardından evi ateşe verdi. Bildirilmesi üzerine olay yerine polis, itfaiye ve sağlık ekipleri sevk edildi. İtfaiye ekipleri yangına müdahele edip söndürürken polisin olaya ilişkin açıklaması sürüyor.

Emniyet müdürlüğünden olaya ilişkin açıklama yapıldı. Yapılan açıklamada, kasten öldürme suçu ile ilgili yürütülen çalışmalarda H.S. (58) isimli kadın şahsın, A.S. (26) isimli şahıs tarafından öldürüldüğü belirlenmiş, olay yerine intikal edilmiştir. Yapılan kontrolde H.S. isimli kadın şahsın hayatını kaybettiği görülmüş, yapılan incelemede evin salon kısmında A.S. isimli şahsın yangın çıkardığı anlaşılmıştır.

Abat gazeteyi firlattı. Annesi ölmüştü. Annesini öldürmüştü. Abat... Annesi! Satırı eline almış ve... O adam bir daha gelir miydi? Gelirse onu bir güzel pataklayacaktı. Ömür boyu onun geleceği anı kollamaya ant içti kendi içinde. Sonra düşündü; ağlayabiliyordu. Ağlayabiliyordu! Ansızın kahkahalar atmaya başladı. Ona sakinleştirici verdikten ve sızana değin başında bekledikten sonra kahkahaların kesilmiş olduğuna şükrettiler.