Yıkıntı Edebiyatı ve Toslanan Gerçek: Yıkım


İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi bütün Avrupa ülkelerine korku ve dehşetten daha farklı, kaygıdan daha şiddetli patolojik bir tansiyonun varisliğini bıraktı. Batı-Hristiyan düşüncesi temellerinde inşa edilen Avrupa, kültürünü Yunan’dan alması hasebiyle polis bayındırlaşması hukukunu sil baştan dizayn edecek, yaramaz oğlu Almanya’yı dizginleyecek, demokrasiyi tesis edecek ve eski dingin kartezyen huzuruna dönecekti. Almanlar bu anksiyetik başlangıcı Stunde Null (Sıfırıncı Saat) diye tanımlar. Bizim Yıkıntı/Yıkım Edebiyatı da işte bu Avrupai saatin sıfırı vurduğu an doğanlardandır. Yıkım Edebiyatı da ılımlı ekümenik devletleşme ve sonsuz uyumlu politik doğruculuk gibi Sıfırıncı Saat’te dünyaya gelir, refahla inşa edilecek Avrupa’nın o zamanki sanatsal çocuğu savaş sonrası dönemin başat meselesidir. Böylece apollonik kalkınma ve Rönesans sıçramalarının, mağrur tebessümlerle icra edilen sanat ve politikanın, Doğu’ya bedel ödeten refah kültürünün, Adolf Hitler gibi bir yaban otuyla kesilmesi ve Avrupa’nın 7 yıllık yüksek tansiyonlu çöküşü pek çok buhranlı sorgulamaya yol açar: Makyajı akmış insan bu mudur, Aydınlanma’ya rağmen insandan sabun yapan, insanları gaz odalarında ve fırınlarda katleden bir insan modeli nasıl mümkün olabilir, en nihayetinde ‘’Neyi ne kadar bastırdık ki bu dönen böyle Nosferatu misali döndü?’’


‘’Bizim kuşağın 1945’ten sonraki yazı denemelerine yıkıntı edebiyatı adını taktılar, böylece bunları yok saymak istediler. Bu adlandırmaya karşı koymadık, çünkü haklıydı: gerçekten, bizim yazdığımız insanlar yıkıntılarda oturuyorlardı, savaştan dönmüşlerdi, erkekler de kadınlar da aynı ölçüde yaralanmışlardı, çocuklar bile. Ve bunların gözleri keskindi: Görüyorlardı. Hiç de dirlik düzenlik içinde yaşamıyorlardı; bulundukları çevre, kendilerinde ve etraflarında olan her şey bir cennet mutluluğu içinde değildi ve yazan bizler de kendimizi özdeş sayabilecek kadar onlara yakın bulunuyorduk. Karaborsacılarla ve karaborsacıların kurbanlarıyla, yurtlarından kaçanlarla, bütün başka yollardan yurtsuz kalanlarla ve tabi hepsinden fazla da bizim de içinde olduğumuz çoğu garip ve üzerinde düşünmeye değer bir durumda olan kendi kuşağımızdakilerle: yurda dönmüştür bu kuşak. Bu, sonu geleceğine artık kimsenin inanmadığı bir savaştan yurda dönüştür.’’(Heinrich Böll) 


Abject’in Sadeliği yahut Parçalanmış bir Belleğin Toparlayabildiği Kadarı: Büyük Defter ve Üslup Muamması Ⅰ


      Üst benlik, öze dair hakiki olanın ‒işlenmemiş (kastre edilmemiş) hâlin ayrımına vardığı ilk an, dehşetli hayranlığının bir tezahürü olarak yaratıcı etkinliği keşfeder, bu ham maddeden yaratıcı bir iş hayrı görmeyi ve onu işlemeyi tasarlar; hakiki benliğin bir yansıması mahiyetinde işlenecek, kurgulanacak ve sanrılarla inşa edilecek bir el değmiş yeni benlik söz konusudur ya da eskisini dâhil ederek hatırlayan ve onaran daha gelişmiş bir benlik. Böylece benliğe dair gerçek olanın, yaratım arzusuyla bütünlüklü bir benliğe dönüşümünün koşulları oluşur. Yazarak yaratma bağlamında, bu habitat, yazarın üslubunun varlaştığı nokta ve hatta tam da üslubu var kılan itici güç olarak karşımıza çıkar. O halde, yaratıcının kendiliğinin farkındalığı ve bu kendilikle bir şeyler yapmak arzusu, yazarın dilinin ana ve babasıdır diyebiliriz. Agota Kristof, İkinci Dünya Savaşı’nın son senesinde 9 yaşında, bir abisi ve iki ebeveyni ile küçük bir Macar köyünde yaşamış; köyün kendisinden 10 yaş büyük papazına uzun yıllar aşık olacak ve uzun yıllar o zamanki bastıran günlük yazma arzusunu kendinde yaşatacak Macaristan doğumlu, Fransızca yazan İsviçreli bir yazardır. 21 yaşına geldiğinde, kocasıyla yaya olarak İsviçre’ye kaçar. Önce Hitler’den 9 yaşında, daha sonra Stalin’den 21 yaşında kaçan iki dilli, iki kültürlü bir yazar olarak Agota Kristof, kendiliğin en silinmez ve başat vurgusu isim cihetinden ne kadar talihsiz olsa da üslup bakımından da bir o kadar biricik, bir o kadar eşsiz. Agota Kristof’u Csikvánd’ta, 1935 senesi ekim ayında daha doğar doğmaz bir benliğin üzerini örter vaziyette ve o kapanmışlıktan, böylesi bir dünyaya olabilecek en asgari düzeyde kelime harcayacağını beyan ederken hayal edebilirsiniz zira yazar tam da bu esrarengiz kelime tasarrufuyla yazıyor. Dahası, yetmişli yaşlarında yaptığı söyleşilerden birinde, onun için ‘’Başarılı ve takdir edilen bir yazar olmasına rağmen, kendini hâlâ bir sürgün olarak tanımlayan biri gibi kuru ve acı bir üslupla konuşuyor.’’ diye yazıyorlar. Kuru, acı, duygusuz, ‘’şey’’ Yani abject. 


Başımıza gelenleri ifade edecek bir kelime bulamadım henüz. Felaket, facia, trajedi diyebilirdim, ama buna sadece “Şey” diyorum, çünkü bir adı yok. (Büyük Defter, s.357)


Julia Kristeva. Korkunun Güçleri kitabında iğret için girişe şu cümlelerle başlar: ‘’Varlığın kuralsız, zıvanadan çıkmış bir içeriden ya da dışarıdan kaynaklandığını sandığı, tahammül ve tahayyül edilebilir olasılığın dışına defedilmiş bir tehdide karşı o şiddetli, karanlık isyanlarından biridir iğrenme. Tehdit orada, çok yakındadır ama özümsenemez. Arzuya dil döker, onu hırpalar, büyüler ama arzu baştan çıkarılmaya yanaşmaz. Telaşa kapılarak geri çekilir. Tiksinip yadsır. Bir kesinlik, utanç verici olandan korur onu; gurur duyduğu, tutunmaya çalıştığı bir kesinliktir bu.’’ Hayret ile okuduğum Kristof’un ‘’Ne için?’’ ve bahusus ‘’Nasıl?’’ inatla susarak yazabildiğini buradan anlamaya başlıyorum: Yazar en büyük arzusunu gerçekleştirmek üzere yola çıkmış iken kapı ağzında iğrenmektedir. Dışarıda gördüğü dünyadan mı, çıktığı evden mi? Evvela dışarıya çıkmasına sebep yazma arzusundan iğrenmektedir ve ‘’Elini çeker.’’ Eğer yazar evde kalamıyor -yazmadan duramıyorsa ve dışarı çıkamıyor- konuşamıyorsa geriye tek bir şey kalır: Göç. Agota Kristof’un anlatısının orijini Sürgün Olma durumu ile belirlenir. Büyük Defter’in ikiz, kayıp, iğret temaları ile birlikte dördüncü ayağı ve hatta şemsiye tema, üslubun dinamiğini ateşleyen itici güç Sürgünlük’tür. Sefil bir sadeliğin kayıtsızlığıyla yazılan romanda sürekli dönmek istediğim noktanın üslup olmasının iki nedeni var ve ikisi de birbirinin nedeni ve sonucudur: İlki, bir yazar olarak yaşadığı göç sonucu dil değişimi ve ikincisi, bir sanatçı/yaratıcı olarak faşizmden duyduğu tiksinti. Agota Kristof’un ‘’Bu dünya üzerine, bu dünya için…yazmaya değmez.’’ der gibi yazmasını salt savaş zamanlarında erken çocukluk dönemini Macaristan’da geçirmesi ile açıklayamayız, bu yazar yirmili yaşlarının başında devlet ile tekrar karşılaşmıştır ve ondan kaçmak için milliyetini, dilini ardında bırakmıştır. Fakat ilk kırılma şüphesiz Hitler megalomanyaklığıdır. Agota Kristof, 9 yaşlarında günlük yazmaya tutkun olduğunu anlatır; o zamanlardaki yazma arzusu mevcut zamandan kaçıp kendi saatlerine sığınmaktır adeta, yazmaya öyle tutkundur ki yaşamamış olduğu çocukluğun hasretini yazının diyarlarına göçerek telafi eder. Bir ağabeyi vardır ve günleri onunla doludur, ağabeyini de alır yazı ülkesine taşır, ‘’Abim ve ben’’ cümleleri zamanla ‘’Biz’’e evrilir. Bu ilk yarıktan, Agota Kristof, çokça zaman sonra Lucas ile Claus’u çıkaracaktır. Yaratıcı bellekte ilk kırılmanın üsluba etkisini, zamanın ruhunu solumayı reddeden, kendi içine dönmüş bir kız çocuğunda iki tane bilinç kıpırdanması (Abimin bilinci ve ben bilincim / Claus ve Lucas) gerçekleştiğini, bu kırılma ile yazarın tüm yazarlık yaşamı boyunca hiçbir zaman barışmayacağı dünyaya ilk küsüşünü ve sırtını dönüşünü görüyoruz. O vardır ama o kendiliğini biz olarak deneyimleyerek ‘’o’’ olabiliyordur. Çocukluğun kesif yalnızlığı, hele savaş zamanlarıysa yoldaşsız atlatılabilir mi? Çok yalnız kalmış ve çok korkmuş çocuklar, bir kardeşten de içeride bir ikiz arayışındadır. Zalimliği ve görmezden gelen tekinsizliği ile dünyaya yalnızca 'ben’e benzeyen ama bir başka, bir başkası ama 'ben’i içeren ve kapsayan bir 'başka ben’e sığınarak karşı durulabilir. Biz bu ihtiyacımızı bugün aşık olarak karşılıyoruz; çocuklukta aşk, yoldaş-ikiz ve öğrenim keşfidir. Böylece, Claus ve Lucas’ta ardıllı olarak gördüğümüz duygu durumlar yazarın ilkel belleğinin ürünüdür: 


  1. Çokça tiksindikleri ve çokça utanç duydukları için Kutsal Kitap okurlar, öğrenmeye heves ve keşfetmeye libidinal kuvvet hâlâ vardır.
  2. Dünya tekinsiz ve tehlike doludur, şimdiki zamanda saf akıl olarak bulunmaya cüret ederler, somutun peşine düşerler; çalışmak prensibi ve yoldaşlık hukuku ihdas edilir.
  3. Hatırlamak en büyük zaaflarıdır, nefs terbiyesi seanslarında anneyi unutmak, babaya kayıtsız kalmak bireysel yollarının başlangıç imtihanı olur: Zihinleri sertleşir.


Tiksinti refleksi ve utanç hissi insanlık durumumuzun iki mühim payandasıdır, bu nedenle ikizler, mevcut koşulları insanlıklarına sahip çıkarak aşabilecektir; ikizlerin tiksintisi, Agota Kristof’un tiksintisidir. Agota Kristof, bu dünyanın sefilliğini kıvrakça ve sadelikle yazar çünkü tiksinmektedir. Tiksinti, yaratıcı edime galebe çalmadan keskin ve sadelikle yazmak lazımdır. Durmak ve beklemek, ikizlerin tedrisatı için hatırlayışı aktif kılacak bir tehdittir de aynı zamanda bu yüzden durmaksızın yapar ve yazarlar, yaşar ve unuturlar. İkizler için kutsal yalnızca Kutsal Kitap’tır çünkü etrafta yaşayan bir kutsal kalmamıştır. Hitler megalomanyaklığı her yere, kişisel bakıma kadar sirayet etmiştir. Âdem ile Havva’nın cennetten kovulma sebebinin, çıplaklarından duydukları utanç duygusu olduğunu ve bu utancın, süper egonun varlığının bir delili olarak insanlık onurunun zedelenmesini işaret eden bir öz bilinç tehdidi olarak alımlandığını görürüz. Claus ile Lucas hiç kimseden, hiçbir koşulda utanmamaktadır çünkü onların tanıklık ettikleri dünya ve kutsalları ⎯Yaşlı bir anneanne utanmamaktadır. Karşılarında kendilerini emmek ve sindirmek isteyen iğrençliği bulan ikizler, varlıklarına ancak o varlığı daha da sertleştirerek bulantı ile mücadele edebilirler. Bu noktada, Kompozisyon Dersleri ve Agota Kristof’un yazma etiği Büyük Defter’de tam olarak dolaşıma girer: Lucas ve Claus dili bozarak yaşama girerler. ⎯sızarlar. 


‘’Anneanne hiç yıkanmıyor. Bir şey yiyip içtiğinde ağzını siyah başörtüsünün kenarına siliyor. Donsuz geziyor. Çişi gelince olduğu yerde duruyor, bacaklarını açıp eteklerinin altından yere işiyor. Bunu evde yapmıyor tabii. Anneanne hiç soyunmuyor. Gece odasını gözetledik. Etekliğini çıkarıyor, içinde bir eteklik daha var. Böylece yatıyor. Başörtüsünü de çıkarmıyor.’’ (Büyük Defter, s. 13)


Yine Julia Kristeva, Korku’nun Güçleri’nde ‘’Kutsalın yerini işgal eden, dehşetin kutsal gücünü böylece ele geçiren edebiyat belki de nihai olarak iğrence karşı bir direnme biçimi değildir ama iğrencin yönünü değiştiren bir şeydir. Söz konusu olan, iğrencin 'sözün krizi'yle özümlenmesi, boşaltılması ve dışarı atılmasıdır.’’ derken Agota Kristof, Büyük Defter’de ‘’Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.’’ diyor. Düşüncenin sonundaki gerçeklik duvarına toslamak için fikir yolundaki duygusallığı, irrasyonaliteyi, öznelliği yoldan ayıklamak zorunludur zira savaş gibi dehşetengiz zamanlarda insan şimdiki zamana gömülmüş vaziyette, sonsuz tetikte ve görev bilincindedir. Görev hayatta kalmak, ödev etiği canı sağlama almaktan ibarettir. 22 Ekim 2001 tarihli Tribune de Genève'ye verdiği röportajda Agota Kristof, yazmanın iyice cetvellenmiş bir etikten damıtılması gerekliliğini, gerçekliğin kusursuz nesnelliği ile entegre olmuş üslubun ehemmiyetini, estetiği ve romantizmi aşmış bir yazınsallığın duygulara yaklaşımındaki kuşkuculuğunu anlatır. Öte yandan göçerek geldiği İsviçre’de, konuşulmakta olan Fransızcayı ‘’evlatlık edindiğini’’ söyleyen yazar artık hepten aidiyetsizdir. Duyguya karşı kuşku duymak, sürgün olmanın kompleks duygu durumlarıyla mücadele etmekteyken yazmak mecburiyeti ve en nihayetinde de yeni bir dilde yazmak gündemindedir. Macaristan doğumlu fakat Macarca yazmayan bir yazarın, Fransızca konuşan İsviçre’de nasıl bir aidiyetsizlikle kendi yaratıcı diline sığışmaya çalıştığının en mükemmel göstergesi yine kendi deyişinde saklıdır: ‘’Macarcayı, Macaristan’da kaybettiği lirik bir eser olarak görmekte ve ana dilinin kaybının yasını tutmaktadır.’’ Tabiri caizse, Hitler’e ve Stalin’e öfkeli, Macaristan’a ve Macarcaya mahcup ve Fransızcaya sonsuz yabancı, sonsuz kırgın olan Agota Kristof batı kültür tarihinin dibinde uyuklayan ölüm hakikatini, bitecek ve unutulacak olmanın nihai gerçekliğini içselleştirmiş bir hâlde sözü dolaylamaya başvurmadan iletir. Onun yazmak derdi hikaye anlatmak değil güncele meydan okumaktır. Yine de bütün bunlara uzak bir noktadan Agota Kristof’u kadınlığından, dünya vatandaşlığından, yaratıcı/sanatçı kimliğinden soyup yalnızca insan olarak seyredersek devlet babalardan ancak memleket anayı terk ederek kaçabileceğine inanmış tedirgin fakat kayıtsız olmayı başaramamış, sinir hastası fakat manik depresifliği bir savunma mekanizması haline getirmiş bir savaş sonrası devlet artığı görürüz.