Uzun zamandır baş ağrısı çekiyordu. Ağrılar taksit taksit uğruyordu başına. Bir ağrı bitince hemen birkaç gün sonra bir yenisi başlıyordu. Ve sanki her ağrı bir öncekine oranla daha şiddetleniyor gibiydi; zamanla ağrı güçleniyor, o ise yorgun düşüyordu. Son aylarda ağrıları iyice artmış ve bu durum yaşam kalitesini günden güne düşürüyordu. Birçok doğal yönteme başvurmuş fakat hiçbir yararını görememişti. Bir gün babaannesinin evindeyken tutmuştu ağrısı. Babaannesi tıbba inanmayan, doktorları birer sahtekâr, ilaçları ise insanı daha da kötü eden maddeler olarak tanımlayan bir eski zaman insanıydı. Babaannesi yaşlı hâliyle bile torunundan kat be kat daha sağlıklıydı. Torununu bu hâlde görmeye dayanamıyordu. Özenle saklamasına rağmen yine de üzerine tozlar birikmiş otlardan çeşitli ilaçlar kaynatmıştı.
‘’Ben sana bakarım yavrum, bugün de işe de gitmeyiver, bir günden kıyamet kopmaz ya!” demişti.
Bu sesi işitmiş ama cevap verememişti o dinmez ağrılar içinde kıvranırken. Zaten işe gidecek mecali de yoktu. Yatağa zor atmıştı kendini. Yattığı yerden utanç duyuyordu. Baş ağrısı yetmezmiş gibi aklındaki fikirler de yakasını bırakmıyordu. Annesi duysa uzun uzun azarlardı onu. Ne işi vardı hasta hâliyle bu yaşlı kadının evinde. Babaannesi kendine mi baksındı ona mı? Neyse ki kendini yargılama konusunda bir başkasına ihtiyacı yoktu, o her durumda kendini suçlamayı iyi bilirdi. Elbette buraya gelirken baş ağrısının tutacağını bilmiyordu. Aslında metrodayken inceden bir ağrı başlamış. Fakat bunun yan koltukta yol boyu hiç susmadan ağlayan çocuktan kaynaklandığını düşünmüştü. Ama yanılmıştı, ağrı çocuktan değil tamamen kendindendi.
Babaannesinin evine öğleden sonra gelmiş ve geldiği andan itibaren ağrısı düşük dozlar hâlinde artmıştı. Biraz uyusam bari diye düşündü. Fakat ne mümkün! Vücudu ter içindeydi. Her ağrı sonunda yaptığı gibi buradan da bir kalksa ilk işi sıcak bir duş olacaktı. Babaannesinin elinde bir yazmayla yaklaştığını gördü.
“Vah kızım, ne meret bir şey seninki! O kadar ilaç kaynattım, hiç de iyi olmadın be yavrum. Oyy ben ölem… Bari şu yazmayı alnına bağlayam da belki keser ha kızım.”
Babaannesi siyah kumaş üzerine kırmızı güller bezenmiş yazmayla torununun başını sardı. Yaşlı kadının elleri arasında bir hamur yığını gibiydi. Cansız, iradesiz hamur yığını ne yöne çevrilse oraya doğru yığılıyordu. Yazmadaki kırmızı güllere baktı ve kurumuş renksiz dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu. ‘’Hayata gülmezseniz hep ağlarsınız.’’ demişti bir hocası. O günden beri bu söz üzerine düşünür ve kötü bir şey olduğunda oturup uzun uzun ağlamak yerine kısa gülmelerle geçiştirmeye çalışırdı. Az önce de baş ağrısı en şiddetli hâlini almadan babaannesiyle eski günlerden konuşup kadını ve kendini güldürmeye çalışmıştı.
Uyandığında vakit henüz öğleden önceydi. Ağrı tamamen geçmişti. En şiddetlisi buydu diye düşündü. Yataktan kalkmaya yeltendiyse de bunu ilk seferde başaramadı. Bir süre doğrulmakla vakit kaybetti, hedefi daha fazla vakit kaybetmeden hastaneye gitmekti. Evin tabanı beton olduğu için nemli ve soğuktu. Yer yer ıslak gibi görünen betona basmak istemiyordu. Babaannesi ailenin tüm ısrarlarına rağmen bu evden çıkmıyor, ‘’Bu ev bana kocamdan yadigâr, şuradan şuraya adım atmam!’’ diyordu. Kışın ateşe verilse yanmayacak kadar nemli, yazın ise içerde durulmayacak kadar kavurucu olan bu evde babaannesi dışında kimse yaşayamazdı. Odaya bir göz attı fakat ortalıkta terlik göremedi. Çıplak ayakla salona ilerledi. Ev ne kadar da büyüktü, salona giden yol bir türlü bitmiyordu ya da betona basmanın verdiği hoşnutsuzlukla zaman olduğundan daha yavaş akıyordu.
Salona, bir trafik kazası sonucu belden aşağısı felç olan ve bu elim kazadan sonra artık dışarı çıkmak istemeyen dedesi için boydan camlar yapılmıştı. Bu eski evde boydan cam oldukça eğreti duruyordu fakat adamcağız bari dışarıyı izlesindi. Şimdi tam o camın önünde durmuş, günlerdir aralıksız yağan karı izliyordu. Karla ilgili şiirler geçti aklından. Bu güzel manzaraya elbette şiirler yazılmalıydı.
Yüzü karlara, aklı şiirlere dönüktü ama mutfaktan sesler geliyordu. Babaannesi kesin çocukluğundaki gibi yine yumurta haşlamıştı. Salonda, kaçak çayın ve sobada çıtır çıtır yanan odunun kokusu birbirine karışmıştı. Odun ve çay dedi mutlu bir gülümsemeyle.
— Kızım sen uyandın mı? Hiç de haberim olmadı. Ben erkenden kalktıydım, ee tabii şimdiki gençler…
Yaşlı kadının şimdiki gençler diye başlayan konuşmaları en az bir saat sürerdi fakat onun buna vakti yoktu.
— Kahvaltı yaparken konuşalım mı neneciğim? Hem bak diyorum ki bugün bir doktora görüneyim, bakalım ne çıkacak.
— Ne çıkacak be yavrum, senin ki dert dert. O okuduğun kitaplar seni hep bu hâle getirdi, o güzel kafanı yordular be yavrum. Hele geçenlerde annen anlattı, otobüs durağında inip eve doğru yürürken dilencileri görmemek için ana caddeden değil ara sokaklardan eve varıyormuşsun, yolun uzuyormuş karda kışta. Sana ne be yavrum, el alemin tüm derdi sana mı kaldı, koca kainattaki tek insan sen misin evladım, yapma her şeyi yük etme sırtına. Sen erken çökeceksin belli, vah yavrum vah…
Arka fonda babaannesinin sesiyle mutfağa geçtiler. Başka evde olsa çoktan atılması gereken yemek masası dededen kalma olduğu için atılmıyordu. Aslında evin tüm eşyaları için bu böyleydi fakat masa buranın en eskisiydi. Kış neminde şişen, yaz güneşinde kavrulan tahta sandalyelere oturdular. Nem insana işlemesin diye sandalyelerin üzerine minder koyulmuştu. O sustu, babaannesi konuştu.
Kahvaltı bittikten hemen sonra kapıya yöneldi ve babaannesine en kısa sürede tekrar geleceğine, onu uzun süre yalnız bırakmayacağına dair sözler vererek evden çıktı. İçinden koşarak uzaklaşmak gelse de babaannesi salonun camından bir eliyle el sallıyor, diğer eliyle gözlerinin yaşını siliyordu. Karar vermişti, iyileşene kadar buraya bir daha gelmeyecekti.
Dedesi evini bilinçli olarak şehir merkezinden uzak olan bu semte kurmuştu. Burada maaşını paylaşabileceği dilencilere, elindeki her poşete gelen aç sokak hayvanlarına, mendil satan çocuklara, elinde kartonuyla cadde kenarlarındaki evsiz insanlara rastlamadan rahat rahat yürüyebilirdi. Galiba münzevi hayat tarzıyla dedesine benziyordu. Büyük hevesleri, vazgeçilmez aşkları, dost meclisi merakı yoktu. Kalabalıklar arasında bir işi olduğunda içi sıkılır, en kısa sürede ya ofise ya da eve dönmek isterdi. Çabuk yorulan birisi için çetin bir şehirdi burası.
Ne çok kar ve ne çok sakinlik, dedi sesli bir şekilde. Normalde kar yağdığında insanlar büyük küçük demeden sokaklara dökülürdü. Ama bir Akdeniz kentine bu kadar çok ve aralıksız yağınca insanlar tedirgin olmuştu. O ise karlardan memnundu. Yolunu uzatarak yürümeye devam etti. Lisans yıllarından kalma yakın bir dostunun ısrarla tavsiye ettiği yabancı uyruklu doktora gitmek en doğrusu olacaktı. En son görüşmelerinde arkadaşının zorla eline tutuşturduğu doktor kartını çıkardı. Karlar içindeki ıssız sokakta yürürken doktoru aradı, kibar sesli bir sekreter açmıştı telefonu. Sadece bugün müsait olduğuna, haftanın diğer günlerinde çalışmak zorunda kaldığına, baş ağrılarının ağrı kesicilerle dinmediğine, durumunun acil olduğuna dair bilgiler verdi. Kibar sesli sekreter, galiba durumun ciddiyetini anlamış olacak ki hemen o güne randevu verdi.
Randevulara her zaman saatinden önce gelirdi. Hastaneye de erken gelmiş, bekleme salonunda geçmiş aylardan kalma dergileri kurcalayarak zamanın geçmesini bekliyordu. Siyasi dergileri incelemiş, elini magazin dergilerine doğru uzatırken kibar sesli sekreterin sesiyle irkildi. Sırası gelmişti. Doktor kısa bir görüşmeden sonra onu tahlile yönlendirdi. Birçok tahlil verdi, filmler çekildi. Bu özel hastanede işler çok hızlı ilerliyordu. Doktor, sonuçlarının akşama kalmadan çıkacağını, migrenden şüphelendiğini ve onu bilgilendireceğini söyledi. Şimdi yapması gereken eve gidip telefonun çalmasını beklemekti. Eve gitme fikrini seviyordu. Yolda oyalanmadan evine vardı. Günün yorgunluğunu üstünden atmak için sıcak bir duş aldı. Şimdi de bilgisayarı açmış, gelen mailleri cevaplamakla uğraşıyordu. Tüm bunları yaparken aklı hep sonuçlardaydı. Aklından baş ağrısıyla ilgili farklı hastalıklar geçiyor fakat o da doktor gibi migrenden şüpheleniyordu. Sonunda telefonu çaldı. Doktora gitmeyi düşündüğü andan itibaren kendini her türlü sonucu hazırlamaya çalışmış olmasına rağmen şu an kalbinin çarpıntısına ve telefonu tutan ellerinin titremesine engel olamıyordu. Telefonu açtı. Doktor, en az sekreteri kadar kibar olan sesiyle konuşmaya başladı. Kısa bir hâl hatır konuşmasından sonra asıl konuya geldiler.
— Hanımefendi, sizin fizyolojik bir rahatsızlığınız yok. Sonuçlarınız temiz çıktı. İsterseniz bir başka doktora da başvurun ama emin olun sonuç değişmeyecektir. Bizim şimdiye kadar yaptığımız hiçbir tahlil yanlış çıkmadı. Sizin baş ağrılarınızın sebebi psikolojik. Belki stresli bir dönemden geçiyorsunuzdur. Size en kısa sürede bir psikoloğa görünmenizi tavsiye ederim. Anlattığınıza göre durumunuz ciddi, ihmale gelmez. İsterseniz size bir psikolog önerebilirim.
Doktor bir süre daha konuşmaya devam etti. Tavsiyeler verdi. En son olarak elinden bir şey gelmediği için üzgün olduğunu belirtti. Tüm tavsiyeleri için doktora teşekkür edip telefonu kapattı.