Yüz hatlarım daha belirgin artık, haftalardır bir şey yemiyorum. Ellerim kemiklere teslim olmuş bir halde. Tişörtlerim bol geliyor, gözlerim her zamankinden daha kırmızı. Aynada kendisine nefret ile bakıyor, acizliğinden nefret ediyor. Biraz yavaş yürüyorum, bir elim hep alnımda oluyor, sanki dönmeyi durdurabilecekmiş gibi. Yavaş da olsa yürüyorum, her adımda karnımdaki ağrı giderek artıyor, yüzümü ekşitinceye kadar yürüyorum. Bir daha yürüyemeyecekmiş gibi, sert ve eski bir halı, soğuk beton, ıslak terlikler. Rahatsız edecek her şeyin üzerinde yürüyorum, yoruluyorum esasında fakat bundan şikayet etmek haddime mi, bundan emin olamıyorum. Sabah güneş gökyüzünü soğuk bir griye boyarken dondurucu havayı ciğerlerime dolduruyorum, burnum buz kesiyor, ciğerlerim patlayacak kadar şişiyor. Yaşamanın, henüz imkanım varken nefes alabilmenin tadını böylece çıkarabiliyorum. Sol bileğim boşken, ceplerimdeki paralar beni haysiyetimin altına çekmiyorken, balkona atlayan kediyi hala sevebiliyorken, nefes alabilmek ve kedinin düzensiz tüylerini okşayarak düzeltmek beni hayatta hissettiriyor. Kitap sayfalarını hissedebiliyorum, kimisi sararmış ve kahve lekeleri ile süslenmiş. Korkutuyor beni bir yandan tüm bu olanlar. İçimi titreten bir soğukluk hissediyorum ensemde, ağzımda acı bir tat oluyor, biraz ölüme biraz yaşama benziyor. Ya bir daha kedilerin tüylerini düzeltemezsem, ya kitapları koklayıp başucuma koyamazsam, ya gözlerim toprak ile örtülürse, tüm bunlardan vaz mı geçmeliyim? Ölmek istemiyorum desem ensemdeki soğukluk geçecek mi, uzun ve siyah melek bileğimi kavradığında ne kadar güçlü olduğumun bir önemi kalır mı? Aldatılmak, terk edilmek, beş parasız kalmak, acı çekmek, toprak tüm bunlardan daha korkutucu olabilir mi? Buluşmak için dualar ettiğim o dar çukur, bana yol boyu arkadaşlık edecek tahtadan tabut, son kez giyeceğim kefen beni kucaklayacak mı? Hazır nefes alabiliyorken, kedilerin tüylerini düzeltmem gerekiyor.