Acı acı çalan cep telefonunun haykırışlarıyla gözünü açıp birden yatağında oturur vaziyete geldi. Mart ayının aldatıcı güneşi yatak odasının koyu kahverengi perdelerinden içeri sızıyor ve yaklaşmakta olan baharı hatırlatıyordu sanki. Müthiş bir ağrı hissediyordu başının her iki yanında da. Sanki bir mengene arasına sıkıştırılmış gibi şiddeti sürekli artan bir sancı ile gözlerini iyice kısıp ışığa alıştırmaya çalıştı. Hemen yanı başındaki komodinin üzerine ters kapatılmış telefonu arama geldiğini işaret eden çığlıklarına devam ediyordu. Güç bela gözlerini açıp telefona uzanıp arayanın kim olduğuna baktı. Telefon rehberinde kayıtlı olmadığından isim yazmıyordu ekranda. ‘’Cevapla’’ tuşuna dokundu. Numarayı tanımıyordu ama telefonun diğer ucundan gelen telaşlı ve nefes nefese sesi çok iyi tanıyordu.

— Alo! Beni duyuyor musun? Hey! Sana diyorum.

Bir zamanlar ses tonundan nefes alış verişine kadar ezbere bildiği bu ses bu defa telaşlı ve aceleci cümleler kuruyor, durmadan konuşuyor, sesini duyurmaya çalışıyordu. Birkaç dakika hiç ses vermeden dinledi, hararetin biraz olsun dinmesini bekler gibi. Ses gittikçe hiddetleniyor ses tonu sertleşip yükseliyordu. Oysa tam tersinin olmasını dilemişti başındaki ağrının da etkisiyle. Adını tekrar edip duran ses gittikçe yükseliyordu…


— Sana diyorum be! Sesimi duyduğunu biliyorum. Benimle dalga mı geçiyorsun? Cevap ver bana! Konuş benimle!

Nihayet konuşmaya karar verdi Mehmet,

— Alo.

— Neden cevap vermiyorsun?

— Verdim işte.

— Anlamazdan gelme Mehmet! Neden telefona cevap vermediğini ve dakikalardır bana ses etmediğini soruyorum.

— Uyuyordum, duymadım telefonu. Başım çatlıyor ağrıdan. Lütfen ses tonuna biraz dikkat eder misin?

— Yine mi akşamdan kalmasın?

— Bu artık seni ilgilendirmiyor. Bunu sormak için miydi bunca telaşın?

— Hayır, bunun için aramadım. Affedersin.

Ses bir anda kısılıvermişti sanki bir düğmeye basılarak. Bu kısa sessizliği bu defa Mehmet bozdu,

— Önemi yok. Seni dinliyorum.

— Ben sadece seni merak ettim. Birden aklıma düştün ve aradım. Sen demez miydin hep ‘’Sadece içinden geldiği gibi davranmalı insan.’’ diye? Sen uzun uzun aramama rağmen cevap vermeyince de telaşlandım. Yalnız yaşıyorsun. Başına bir şey gelse kimsenin haberi olmaz. Senin için endişeleniyorum.

— Hayır ben yalnız yaşamıyorum.

Bunu söylerken Mehmet’in ses tonu sertleşmişti. Karşısındaki kadının yüzü gözünün önüne geldi. Hayal kırıklığı ve korku karışımı bir hal almıştı kadının yüzü.

— Ah pardon. Ben bilmiyordum. Öyle ya kaç zaman oldu. Beni bekleyecek değilsin. Düşünemedim. Lütfen kusuruma bakma.

Mehmet’in yüzüne yerleşen gülümsemenin nedeni ‘’Yalnız yaşamıyorum.’’ derken kastettiği şeyin, kadının anladığı şey ile aynı olmadığındandı. Barınaktan sahiplendiği engelli köpeğiydi Mehmet’in asıl söylemek istediği ama karşısındaki bunu bir başka kadın olarak düşünmüştü muhtemelen. Ne önemi vardı ki artık? Hiç…


Yine kısa bir sessizliğin ardından kadının sesi duyuldu diğer tarafından telefonun,

— Mehmet! Orada mısın?

— Evet.

— Anlaşılan cevap vermeyeceksin…

— Neye? Soru sormadın ki.

Ve yine bir sessizlik telefonun her iki yanında da…

Mehmet’in bu tavırları kadını çileden çıkarıyordu. Mehmet, bu sessizlik sırasında dalıp gitmişti zihninde bir yerlere sakladığı eski güzel günlere. Ona deli gibi aşık hissettiği, durmadan onu özlediği, tek bir anını bile ayrı geçirmeye korktuğu ve onun uğruna onlarca önemli karardan vazgeçip onlarca şeyi göze aldığı kadına duyduğu o eşsiz sevgi ve bağlılığı anlatmaya yetecek kelimeler bulamadığı zamanları düşündü. İç çekti. Garip bir histi bu. Aşina olmadığı bir ruh hali. Bir vakit uzunca içinde fırtınalar koparan kadının şimdi tek bir yaprak kımıldatacak esintisi olmaması…


Aşkı düşündü Mehmet.

Okuduğu bir kitaptaki şu cümle geldi hatırına:

‘’Duygu denen şey, sadece kaybeden tarafta bulunan kimyasal bir kusurdur. Her zaman aşkın tehlikeli bir dezavantaj olduğunu varsaymışımdır.’’

Aşk sahiden böyle bir şey miydi? Aşkı tarif ederken ‘’Aşk birbirinden habersiz iki insanı, hemcins ya da karşı cins olmasını ayırt etmeksizin doğa üstü bir güç ile bir araya getirir ve kalp ritimlerini hızlandırır. Bakışlarından başlar aşk o iki insanı değiştirmeye. Birbirlerine artık sevgi, şefkat ve muhabbetle biraz da şehvetle bakmaya başlarlar önce. Vücut sıcakları da yükselir artık. Çok güçlü bir çekimdir aşk, karşısında direnmek zordur. Direndikçe acıtır teslim oldukça yakar. Ama hepsi bu kadar. Aşk yalnızca bir araya getirir, onları bir arada tutan şey aşkın evrilmiş hali sevgidir.‘’ demişti sık sık muhabbet ettiği mahallenin Şarapçı Recep dayısı… Buna inanıyordu Mehmet.


Aşkın yalnızca ilk anda meydana gelebilen bir şey olduğunu düşünüyordu. Yani ona göre insanlar birbirilerine zaman tanıyarak, karar vererek aşık olmazdı. Bir bakmışsın, olmuşsundur… Aşkın aldatıcı ve geçici olduğuna sevginin ise dünyayı yerinden oynatacak güce muktedir olduğuna inanırdı. Bu inancının değişmediğini biliyordu Mehmet. Bu kadına da artık aşık olmadığını çok zaman önce zaten anlamıştı. Peki seviyor muydu? Birlikte oldukları dönemin sonlarında kendisini sık sık bu soruyu sorarken buluyordu. Yüzü düşüp canı sıkılınca ona duyduğu hissin sevgiden çok vefaya dönüştüğünü anlamaya başlıyor ve sorgulamaktan kaçmak için kendine oyalanacak bir şeyler mutlaka buluyordu. Kabullenmek zor geliyordu çünkü, sevgi değil de bir vefa duygusu ile bağlı kaldığını… Vakti gelip de ilişkilerini bitirdiklerinde onunla geçirdiği zamanı asla bir kayıp olarak görmedi.

Sonu olan şeyler birer kayıp mıdır? Dünya üzerinde ne vardır ki sonu olmayan? Her şey insanlar içindi madem ve yaşanması gerektiği için yaşanıyordu bir şeyler, artık yok diye neden bu nafile telaş ve savaşlar? Kimi zaman ‘’Keşke yaşanmasaydı.’’ dediği şeyler olsa da çoğunlukla ‘’İyi ki de böyle olmuş.’’ diyecek kadar acılarıyla barışık ve güçlü durmayı bilen bir adamdı Mehmet. Kimsenin dertsiz olduğuna inanmazdı. Sadece bazıları, problemlerle nasıl başa çıkacağını ondan daha iyi biliyor ve daha az hasarla atlatıyorlardı. Bazıları da doğuştan şanslıydı. Onların yerine hep başkaları çözüyordu problemlerini ya da daha başından önlem alabiliyorlardı.


Bütün bu düşünceler zihninde yoğrulurken kulağına tuttuğu telefonu hatırladı. Sol eli ile tutup kulağına dayadığı telefondan çıt çıkmıyordu artık. Kadın kaç dakika konuşup bekledi diğer tarafta, kaç soru sorup cevap alamadı, bilmiyordu Mehmet. Kadının yaşadığı sinir harbini hayal ederken telefonu aldığı yere geri bıraktı. Başındaki ağrı şiddetini artırmıştı. Aldığı ağrı kesici ilaçlar da işe yaramamaya başlamıştı artık. Her gün başına saplanan bu sancılar artık dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Israrla hastaneye gidip uzman bir doktora muayene olmayı reddediyordu. Oldum olası sevmezdi zaten hastaneleri. Koridorlarda bekleşen insanların ter kokuları ile karışmış her hastanenin kendine has kesif kokusu burnunun yere düştüğünü hissettirirdi ona. Kendi isteğiyle de hiçbir zaman gitmemişti zaten. En son ne zaman bir doktor gördüğünü bile hatırlamıyordu.


Hayatı değil ama böyle belki de hayati şeyleri ertelemekten hiç geri durmayan bir yapısı vardı. Her şeyin hissedildiği anda, hissedildiği gibi ve zamana aldırmaksızın yaşanması gerektiğine inanır öyle de yaşardı ama iş böyle şeylere gelince öteleyebildiği kadar öteler mümkünse kaçardı. Sonuçlarına katlanmak daha cazip gelirdi nedense. Bazen tesadüfen yaşadığına inansa da tesadüflere de hiç inanmazdı. Bir yaratıcı vardı ve bundan emindi. Tüm evreni yaratan ve muazzam bir düzen içinde onları kontrol eden bir Tanrı’ya inanıyordu. O Tanrı, vicdan ve merhamet adı verilen kendi parçacıklarıyla insanları kontrol altında tutuyordu. Kendi iradesini Tanrı’nın kudretinden üstün tutup ona bu yolla kafa tutan mahlukların ise dünya üzerindeki savaşlar, zulüm ve tüm kötülüklerin yegane sebebi olduğuna inanıyordu. Bu düşünceleri insanlık tarihi boyunca tanımlanıp isim verilerek bir din olarak yer etmiş miydi bunu bilmiyordu ama kendi çıkarımları olarak düşünüyor ve kimse ile de paylaşmıyordu bunu.


Başındaki ağrı gittikçe dayanılmaz bir hal almıştı artık. ‘’Sanırım düşünmek de insanda baş ağrısı yapıyor.’’ dedi kendi kendine. İyi ama insan herhangi bir şeyi düşünmeden nasıl yaşayabilirdi ki? Bu mümkün mü? Aklını mı yerinden çıkarması gerekirdi yoksa hafızasını mı? Ah ne de güzel olurdu tertemiz bir zihin, bir hafıza kaybı ve delilik…

Uyumak çare olur muydu acaba? Döne döne yatağın içinde bir o tarafa bir bu tarafa kıvrılsa belki uyuyabilir ve ağrılarından bir süreliğine kurtulabilirdi.

Denedi.

Denemeye fazlasıyla değerdi zira başka da çaresi yoktu. Kendini uykunun karanlık şefkatine bıraktı. Uykuları da ağrımaya başlamıştı bir süre sonra…