Otobüsün camına başını dayamış, radyoda çalan Ferdi Tayfur'un Ah Bir Çocuk Olsaydım şarkısı eşliğinde uzayıp giden ovaları ve devler gibi sıralanmış, üstlerinde bir ağaç bile olmayan dağları seyrediyordu. Otobüsün içine sızan egzoz kokusu ile toz genzini yakıyordu. Yıllar olmuştu kasabasına gelmeyeli. Otobüstekiler onu tanımamıştı bu yüzden. Kasaba insanının yabancı birini görünce fısıldaşmalar eşliğinde fırlattığı o garip ve rahatsız edici bakışlarına maruz kaldı bir süre. Sonra hepsi, sanki az önce hiç bakmamışlar gibi bir süre boşluğa bakıp başlarını çevirdiler. Doğup büyüdüğü kasabanın hem de hepsini tanıdığı bu insanları şimdi ona ne kadar uzaklardı. Hâlbuki filmlerde ve romanlarda anlatılan Anadolu insanı böyle değildi. Sıcak, samimi; bir yabancıya kırk yıllık tanıdık gibi davranırlardı. Bu otobüstekiler o filmleri hiç seyretmemiş, o romanları hiç okumamışlardı galiba.
Yanından hızla geçtikleri tabeladan kasabaya geldiklerini anladı. Kasabaya varınca heyecanlanacağını, burayı özlemiş olacağını düşünmüştü ama öyle olmadı. Burası her gün gördüğü bir yer gibi hiçbir şey hissettirmemişti ona. Az sonra otobüs çarşı meydanında durdu. Herkes gibi o da yavaş yavaş indi otobüsten. Burnuna iğde ve akasya çiçeklerinin kokusu geldi. Galiba sadece bu kokuyu özlemişti. Yaşadığı yerde ağaçlar bir dekordan ibaretti. Ağaç olmayı çoktan bırakmış, sadece gölgelik ve şehri yeşillendirme görevini üstlenmişlerdi. Oysa bir ağacın ilk ve asli görevi kendine has kokusuyla varlığını duyurmaktı. Otobüsün muavini olmadığı için valizini pazar çantaları ve çuvallar arasından bularak kendisi aldı. Şöyle bir etrafa göz gezdirdi. Yıllar önce bırakıp gittiği gibi duruyordu kasaba. Sanki mumyalanmış ve hiç bozulmamış bir ceset gibiydi. Zaman burada olduğundan daha yavaş akardı, bunu hatırladı. İnsanlar sanki kısacık ve anlamsız ömürlerini zamanı yavaşlatarak uzatmaya çalışıyorlardı.
“Babası”nın evine doğru yürümeye başladı. Sıvaları dökülmüş, eski kerpiç evlerin arasından geçerken buralarda yaşayan insanların gündüz vakti eve kapanmalarını, tıpkı böceklerin yaz sıcağından korunmak için gündüzleri toprağın altına girip saklanmalarına benzetti. Erkekler akşam serinliğinde kahveye çıkar, o günlerde kasabada bu uyuşukluğu bozacak bir olay varsa –ölüm, kaza, ağır hastalık, kız kaçırma, kavga gibi– onun dedikodusunu yaparlardı. Ama işlenmiş büyük günahlar, herkesin bildiği fakat ifşa etmediği bir sır gibi asla konuşulmazdı. Bu türden bir şey olmadıysa, eski Mısır'da bile daha moderni yapılan tarla işlerinden bahsederlerdi. Tek düşündükleri, o yıl tarladan kaldıracakları ürün ve kazanacakları üç kuruş paraydı. Ha bir de akşam yiyecekleri yavan yemekler ile ancak televizyonda görebilecekleri kadınları ya da kasabada gözlerine kestirdikleri başka bir kadını hayal ederek karılarını becermekti. Tek maharetleri çocuk doğurmak ve şimdilerde soğan, sigara kokan; sapsarı ve dökülmüş dişleri olan kirli sakallı, göbekli bir erkeğin malı olmakla gurur duymak olan kadınlarsa ev ve avlu temizliğini yapıp yemeklerini ocağa koyduktan sonra komşularıyla az sonra aralarına katılacak olan ya da o gün katılamayan kadınların dedikodusunu yaparlardı.
Babasının evine geldiğinde avluda bir sürü insan toplanmıştı. Herkes plastik tabaklara konmuş yavan helvalarını ağızlarını şapırdata şapırdata yiyor, bir yandan da samimiyetten ve gerçeklikten alabildiğine uzak bir şekilde beylik taziye cümleleri kuruyordu. Âdet buydu. Biri öldü mü evine gidilir, “Oh iyi ki öldü pezevenk.” der gibi helvalar hapır hupur yenir, ölenin ardından birkaç iyi laf edilirdi. Böylece “insanlık” ve “Müslümanlık” görevleri hakkıyla yerine getirilmiş olurdu. Aslında cenazeler de düğünler gibi bir gün başa gelince yalnız kalmamak için katılması zaruri olan şeylerdendi. Ama kimse evliliklerin de ölümlerin de yalnız yaşanacağını bilmiyordu. Ancak gerçekten insan olmayı başarabilenler yalnız kalmazdı böyle günlerde ama bu, pek sık görülen bir şey değildi. Avludan geçerken yine kimse tanımamıştı onu. Aynı bakışlar burada da yapıştı üstüne. İçeri girince ölü evlerine mahsus bir dinginlik ve uhrevilik sardı etrafını. Sofada erkekler, misafir odasında ise kadınlar oturuyordu. Bu haremlik selamlık durumu bile insanların ölen için duyduğu üzüntünün ne kadar samimiyetsiz ve sığ olduğunu ispatlıyordu. Taziyeye gelenler gerçekten üzülselerdi kimin nerede oturduğuna dikkat edilebilir miydi? Kadın ve erkek arasındaki cinsel çekime set çekmek kimin aklına gelirdi? Bu, tam bir üzüntü tiyatrosuydu ve bunlar da kötü oyuncuları. Çünkü gerçek üzüntü; gözü kör, kulağı sağır, duyguları cansız kılardı. Ama ölenle ölünmüyordu değil mi?
Annesi onu görünce yanındakilerin yardımıyla yerinden kalktı, yanaklarından yaşlar süzülerek yanına geldi ve “Baban…” deyip boynuna sarıldı. Demek ki annesi de kör, sağır ve cansız değildi. O da ağlamalıydı ama olmadı. Çünkü “babası”na karşı duyguları o olay yaşandıktan bir süre sonra ölmüştü. Önce nefret etti “babası”ndan. Ama sonra nefretin bile bir değer taşıdığını hissetti ve hiçbir şey hissetmemeye başladı. Tıpkı dünyanın bilmediği bir yerinde hiç görmediği, hiç görmeyeceği ve varlığından bile habersiz olduğu birine karşı ne hissedebilirse onu hissetti. Annesi bir şeyler söylemek istedi ama söyleyemedi. Annesini kollarından tutup koltuğa oturttu ve dışarıya yöneldi. Sofadaki Kur'an okuyan adama ve onu dinler gibi yapıp kendi sefih ve basit hayatlarıyla ilgili şeyleri düşünen erkeklere göz ucuyla bakıp avluya çıktı.
20 yıl önce olayın yaşandığı avlunun tarlaya açılan ucundaki ekmek evine gitti. Belki oraya girerse o günü hatırlar ve “babası”na karşı nefret de olsa bir şeyler hissederdi. Ekmek evinden içeri girdi. Etrafa göz gezdirdi. O günden hiçbir eser yoktu. Her şey değişmiş, yenilenmişti. İnsanların mekânları ve içindekileri değiştirince olayların bıraktığı izleri de değiştirebileceğini düşünmesi ne kadar gülünçtü.
İşte tam şurada ocağın karşısında dizini dikmiş oturuyordu. Annesi hasta olduğu için ekmek yapma işi ona düşmüştü. E ne de olsa o da bir dişiydi ve asli görevlerinden biri, erkeklerin karınlarını doyurup onların güçten düşmesini önlemekti. Güç önemliydi.
Az sonra babası girdi içeri. Bir süre kapıda dikildi. Bakışlarında o güne kadar hiç kimsede görmediği bir şeyler vardı: şefkat, sevgi, öfke… Anlam veremedi. “Babası”, bu “anlamsız” bakışlarını bir süre onun vücudunda gezdirdi. Sonra yanına gelip oturdu. “Bir tane vereyim mi, baba?” dedi. “Sıcak sıcak. Hem çökelek de var.” “Babası” konuşmadı. “Evet” anlamında gözlerini kırptı. Sacdan yeni aldığı yufkayı aldı ve içine çökelek koymak için az ilerideki çanağa uzandı. O anda kalçasında babasının elini hissetti. Bir anda bütün vücudu kaskatı kesildi. Ne hissedeceğini ve nasıl tepki vereceğini kestiremedi. Korku, utanç, öfke, iğrenme, nefret… Bir refleksle “babası”nın eline vurdu ama eller durmadı. Başka yerlerin de mahremine girdiler ve sonra tüm mahremine…
Gözlerini açtığında “babası” gitmişti. Tarlaya dönmeden önce eve gidip gusül abdesti almış, böylece günah da suyla beraber akıp gitmişti. Günahlardan arınmak ne kadar kolaydı. Abdestler alınıyor, tövbeler ediliyor, namazlara, imkân varsa hacca gidiliyor ve her şey halloluyordu. Ölünce de arkasından “iyi bilirdik”ler söylenip talkınlar veriliyor, birkaç cüz de Kur'an okunup iş bitiriliyordu.
Günlerce ağzını bıçak açmadı. Doğru dürüst bir şey yiyip içmedi. Gözüne uyku girmedi. O anı unutmanın, daha doğrusu onun bir kâbus olduğuna ve böyle bir şeyin yaşanmadığına kendini inandırmanın yollarını aradı. Ama olmadı. En başta vücudu buna izin vermedi. Bir sabah, güneş doğmadan önce valizini hazırladı. Annesinin yastık altında sakladığı paraları alıp yola çıktı. Güneş doğduğunda ilçenin otobüs garındaydı. Kasabaya en uzak yeri seçip bir bilet aldı ve en azından kendinden olan insanların mahremine el uzatmayacağı o şehre doğru yola çıktı.
Ekmek evinde bir süre etrafı seyretti ama içinde değişen hiçbir şey olmadı. “Babası” zaten o günden beri yoktu onun için. Şimdi yıllar sonra onun cenazesine, onun için olmayan bu adamın ardından gerçekten üzülen insanların olup olmadığını, böyle bir adamın bu dünyada gerçekten yaşayıp yaşamadığını kendi gözleriyle görmek için gelmişti. Böyle bir adamın hiç yaşamadığını şimdi tüm benliğiyle anlamıştı. Elinden hiç bırakmadığı valiziyle kasabanın çıkışına doğru yürürken “Ah bir çocuk olsaydım, ha.” dedi, acı acı gülümseyerek.
Fatih Maydan
2021-04-30T11:45:09+03:00Jean Valjean çok teşekkür ederim..
Jean Valjean
2021-04-29T15:36:53+03:00Güzel bir öyküydü. Üslubunuzu da oldukça sevdim. Emeklerinize sağlık.