“Kaldır başını da gökyüzüne bir bak koca Musa. Kalmış mı gücün, kalmış mı kuvvetin hiç durmadan dönüp duran dünya karşısında? Almış götürmüş yıllar kollarından gençliğini. Sen bir ömürde on kere yaşlanmışsın Musa!”


Kendi kendine konuşurken bunlar geçti Musa’nın içinden. Altmış altı yaşından seslendi kendine. Merdiven çıkarken nefes nefese kalışı, sebep olmuştu bu konuşmaya. Eskiden üçer üçer çıktığı merdivenleri yok etmek istedi balyoz darbeleriyle. Balyozu bile kaldıramayacağını hatırlayınca yüzüne kırgın bir hissizlik çöktü. Kırgınlığı kimeydi, neyeydi kendisi de bilmiyordu.

Bu düşünceler içinde yatağına uzanmışken kapı çaldı. Kapıya gitmek bile çok zordu ya, kalktı gitti deyim yerindeyse ayaklarını sürüyerek. Gelen postacıydı. Terli alnından süzülen yaşları dirseğiyle silerken beyaz zarfı Musa’ya uzattı. Uzun yıllardır kimse birbirine böyle mektup yollamıyordu ki. Kimden gelmişti şimdi bu? Koltuğa oturup gözlüklerini taktı. Zarfın üstünde yazan gönderici ismini tanımıyordu. Yanlış mı geldi acaba, diye düşündü fakat alıcı adında kendi adını görünce doğru geldiğini anladı. Zarftan bir mektup, bir de fotoğraf çıktı. Fotoğrafın arkasına bir tarih not düşülmüştü. 26 Nisan 1974.

Fotoğrafta genç Musa ve yanında genç bir kadın vardı. Acele çekilmiş bir fotoğrafa benziyordu. Kadının gözleri kapalıydı. Arkada bir ada vapuru görünüyordu. Konum: İstanbul.

Kadını hemen tanıdı Musa. Tanımaması mümkün değildi zaten. Genç kadının hayaleti geldi, oturdu yanına sanki. Mektup genç kadının kızından geliyordu. Mektubun hemen başında kendini tanıtması iyi olmuş, diye geçirdi Musa içinden. Geçirdi geçirmesine ama mektuptaki tek iyi şeyin bu olduğunu anlaması uzun sürmedi. Hayatında alıp alabileceği en kötü haber yazılıydı bu mektupta. Genç kadın melek olup uçmuştu. Yaşlanmıştı tabii o da. Genç hayalet çıkıp gitti odadan. Meleğin yaşlı vücudunu gözünde canlandıramadı Musa.


Nasıl yaşlanmıştı ki? Elleri kırışmış, yüzü çökmüş müydü? Gözlerindeki ışık peki, o ışık sönmüş müydü? Bunu bilmiyordu. Cenaze olup bitmişti çoktan. Kızın bu mektubu yazmasının tek sebebi bu ölüm haberi değildi kuşkusuz. Annesi ölünce büyük bir sır aydınlanmıştı. Herkesi altüst eden bir aydınlanma. Annesi, kızının babasının Musa olduğunu açık açık yazmıştı günlüğüne. İmkansız bir evlilik için diretmektense ailesinin uygun gördüğü biriyle evlenip bebeği babasından ayrı büyütmüştü. Çok kötüydü bu kadın, çok!


Musa titreyen ellerini nereye koyacağını bilemedi. Yakınındaki bir bardak suyu içmeseydi oracıkta ölürdü belki. Kızı mektubun sonuna adresini ve telefon numarasını eklemişti. Musa’ya kızgın değildi. İsterse görüşebilirlerdi.

Aradan günler geçti. Uyuyamadan geçen geceler ve o geceleri kovalayan acımasız günler. Musa, kızını görmeye karar verdi.


Nasıl biriydi acaba? Annesine benziyor muydu? Onun da yüzüne annesinin gençlik ışığı sinmiş miydi? Aramaya cesaret edemedi. Bir taksi çağırıp direkt adresi yazılmış olan eve gitti. Kapıyı çaldığında karşısında gördüğü kadın hayalindeki kadın değildi! Karşısında genç biri yoktu. Kandırılmış mıydı? Bir an öfkelendi. Kadın durumu açıkladığında bunu düşünemediği için kendine çok şaşırdı. Kızı, tam kırk altı yaşındaydı. Yüzünde gençlik belirtisi kalmamıştı. Kızı o kadar olgun konuşuyordu ki Musa onun yanında ağlamaya utandı başta. Titreyen ellerini saklamaya çalıştı bir süre ama başaramadı. Hıçkırıklar kızının omuzlarına sel olup aktı. Bunca yıl yalnız yaşamıştı. Hiç evlenmemiş, hiç ailesi olmamıştı. Herkes onu sert halleriyle tanırdı yaşadığı yerde hatta herkes ondan korkardı. İşte o koca Musa, kızının karşısında küçüldü, küçüldü...

Gözleri yaşlardan bulanık görmeye başlamıştı. Kendini kaybetti, birkaç dakika sonra da fotoğraftaki genç kadının yanına uçtu.