Ah üzerimdeki toprağın ağırlığı! Ah en saf korkulardaki basitlik! Ölülerin uykularında saydığı koyunların çobanı hey sen, zamanın devrilmiş çarkısın. Türkü diye adlandırılan şarkılardasın. Ayağa sığmayan ayakkabı gibi vicdan azabı, serseri tilkilerin leşleri ve onların kürkleri ve onların mücevherleri ve onların kralları evet onların taçsız kralları ve yaverleri en çok soytarı, her yerde soytarılarısın. Soytarılar gece bekçisi, soytarılar gecenin kendisi. Utandığımız her adam bir soytarı. Maskesiz mahzenlerde yatıp kalkıyorlar şikayetsiz. Izdırap değil bu onlar için. Yüz yıl ayaklarından zincirlenseler de hiçbir zaman bazıları gibi yüz yıllık yalnızlık çekmezler. Portakal ağacının gölgesini kuruturlar, ekinleri yeyip bitiren çekirge misali. Sen çoban uyan, sen soytarılık yap ki bir sahana kıralım dünyanın çekirdeğini. Bulalım bu işin mahirini. Zaman geldi aklıma. Zaman ahir, zaman mahir, zaman muktedir… Elbet tükenecektir kelebeklerin oluşturduğu fırtınalar. Ve o zaman okyanuslar dibindeki karanlığı kusacaklardır. Yarın için beklettiğimiz kundaktaki hediyelerimizin uçlarını bir fakir fare kemirecektir. Zaten fareler zengin olsa da olmasa da okuyamadığı gazeteleri yalayıp yutmakla lanetlenmiştir.
Bazıları üç yüz atı aynı anda kamçıladı, sabaha daha erken ulaşabilmek için. Ama nafile! Hiçbir kafile yanlış tarafa koşarak gittiğini anlamamıştı. O gün için takvim tutulmamıştı. Tesadüftür ki o gün ay da tutulmamıştı, hatta o gün güneş de tutulmamıştı.
Soytarılar şapkalarının kenarlarından sarkan toplarla oynamayı bırakınca birden daha ciddi oluverdiler. Ciddi hava soluk borularına işledi ve insanlar soluklaştı. Soluklaşmaya rağmen sol taraf önemini kaybetti. İnsanlar kaç kemiği olduğunu unutuverdi. Tebeşirle yazı yazmaktan vazgeçmek gibi bir anda oldu bu da. Keskin dönüşler birbirini izledi. Sırtında inkar çıbanları çıkmış yaşlı korkuluklar, saman alevine tutulmanın korkusuyla kargalara türkü söylediler. Çoban bu türküye hiçbir zaman kulak vermedi. O, o sıralarda turuncu renkli bir kedinin dere kenarından su içmeye çalışmasıyla meşguldü. Rengini ayırt edemediği bu dereye eğilmiş kedinin bir kulağı yoktu. Eski kulağı kesiklerdendi anlaşılan. Çoban, dedesi gibi bu kedinin de altın dişleri olabileceğini düşündü. Kedi o an yok oldu. Kediyi baltayla öldürdüler yahut kedi suya düştü ya da kedi dağa kaçtı. Kediler fareler gibi değil. Kediler uzmanlaşmış uzun kollu baş belaları örmekte son ütücü rolündeler. Kediler ara sıra bu yüzden takım elbise ile dolaşırlar. Değişmeyen tek şey sandaletten nefret edip sardalya balığını çok sevmeleridir.
Ah biçimsiz tel örgülerin sacdan engelleri, sizde de hep ayrılık masalları vardır. Kumun suyla karışamaması kadar acıdır. Kaybolmuş dediğin hacıdır. Teneke dediğin şey ise taçsız kralların efsane tacıdır. Bu kadar kolay tekmeleme. Lokmaların sayıldığı bir diyardan gelen bir adam tespihi bu sayede bulduğunu iddia ederek nasıl işi fırsata çevirmişse gözü bağlı olanlara çok yürüyüp de kaybolmamaları için ayak bağı olmak da böyle bir çıkardır. Mendiline bir tane nesne koy ve ilk bilenin kafasına at. Buna ihtiyaç var.
Bulunmaz Hint kumaşları saklı bulunduğu dolaplardan sömürülüp yakıldığında feryat etmeye niyet edenler, yine yedi gün yirmi dört saat grip yaşayan sümüklü böcekleri yaratan tanrılarına karşı gelemediler. Aynı kişiler keloğlanın saçı çıktığında onu tanımazlıktan gelmiş, eşeğe ters binmeyen hocayı gördüklerinde homurdanmış, Temel'e uçak düşer diye yurt dışı bileti aldırmamışlar. Bunun gibi birçok gaflete düşmüşlerdir.
Sınanılmamış sınırların hudut tutmazlığını herkes bilir. Bu yüzden ilk defa gördüğü göle girebilecek kadar cesaretli, atletli adamlar aranıyor. Televizyonların karşısında stüdyoya girmeden önce seviştiği adamlara karşı ürkek sorular soran kıvırcık marullar varlığını tüm maydanozlara armağan ediyorlar. Ne mutlu hiçbir şeyden haberi olmayanlara!
Zıvanadan çıktığı iddia edilenler, sanık sandalyesinde, herkesin nereden geldiğini kallavi şekilde ima ettiğinde yargıç bile hafifçe gülümsedi. Bunu herkes gördü. Tutulan mikrofonlar konuştu ve konuşmak istemediklerini söylediler. Artık konuşturulmaktan sıkılmışlar. Elebaşları öyle söyledi.
Kör olsaydım da bugünleri görmeseydim diye bağıran kadına orta yaşlı bir başka kadın şampanya karıştırılmış kolonya ikram edince sessizlik oldu. Konuşmak icraatten her zaman önce gelip her zaman önce terk ediyordu.
Karasineklerin kulakları kaşınmıştı. Onların tek derdi sivrisinekler gibi sivri dillerinin yanında sivri kulak çubukları bulmaktı. Her yedikleri sivri arı darbesinden sonra bir taşım daha pişman oluyorlardı. Topyekûn vazgeçmek zordu.
Ah! Ulan ile başlayan argo cümleleri duygu selleriyle bitirip börtü böcek ne varsa katletmeye niyetli şiir kırıntısı gölgelik adamlar. Siz mezar taşlarına afili söz yazdırmayı düşünürken nefesi tükenen bir Korelinin çekik gözlerindeki ışık çekip gitti. Bir adamın fişi çekildi, o da çekip gitti. Biri vuruldu, biri kayboldu bir başka birisi çok fena, sen kendine göre yargılı cümleler kurarken serinliğin ilmeği boğazını sıkıyor bazılarının. Nefes diye adlandırılan şey de göreceli olabiliyor.
Nereye gittiği belirsiz doğum sancılarının kesik bağırışlarından meydana gelen ses, uyuyan koca ayakları uyandırırsa efsanelere inanıp dışarı çıkmayan adam, günü en karlı kapatan kişi olacaktır. Efsane ile mucizeyi ayırt edemeyenlere ne vecize söylense boş.
Ah, daha defalarca ah! Her ah yeni ve bağımsız bir ikinci dünya savaşı sonu oluşturuyor. Üçüncüsünde kemiklerle birbirimize saldırırken kimse zamanında dişlerin güzel bir kolye olarak kullanıldığını düşünmeyecek. Orangutanların katil olduğu memleketlerin dar sokakları, boş tenekelerin gürültüsüyle çepeçevre sarılacak. O zaman dilimi başka bir zaman dilimiyle sarılacak. Ortada kalan birkaç kişinin ismi olmadan cismi kargacık burgacık tarih ve coğrafya kitaplarında resmedilecek. Onların adlarını kimse bilmeyecek.
Ucu bucağı görülemeyecek bir yazı vücuda getirip onunla farklı zamanlarda konuşmak, bir kahveden kırk yıl hatır beklemekten daha mantıklı geliyorsa sen de benimle aynı fikirdesin. Ah bir fikri görmek, duymak, yaşamak ne kadar da güzeldir. Bu hissi bilmeyen o kadar çok kişi var ki. Bilinmeyenler, bilinemeyenler… Toprağı anası bilip anayasayı ona kuma olarak getiren zihniyete medeniyet dedi bu insanlık. Ama bunu da bilmezler. İnsanlar kutupların iki tane olması gibi daha birçok şeyi bilmez. Mesela balıkların pullarını hiçbir zaman postaneden almadığını da bilmezler. Bu cehalete rağmen beklentiler köstebeğin göz testini geçmesini beklemek kadar saçma olsa da sürmektedir. Beklentiler değişir. Bazen değişmemelidir. Işığı kırdığında renk, insanı kırdığında karanlık oluşuyorsa bir insanın ışık saçmasını nasıl bekleyebilirsin ki? Ama köstebek profesörler, İsviçreli yandaşlarıyla bu konuyu araştırmaya devam ediyor. Hal böyle olunca talihsizlikler umut doğuruyor. Ve doğan her talihsizlik için bir kimlik verilmiyor. Gayrimeşru şansızlıkları evine almaya niyetli kimse yok. Oysa ucu sivri olmayan kılıçların vücuda batması daha acıdır. Kitaplardan ezberlenmemiş ve metal olmayan daha çok satır var. Kuşlar da uçuyor diyen adama kuşlar her zaman uçuyor dedikten sonra kalan nefesimizi de yaşamak için harcamanın vaktidir.
Ömür Düğün
2020-05-02T13:31:35+03:00Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Yeni yazılar için takipte kalın.