Bir damla su, birçok unsurun toplanma yeri değildir, âhenkli bir zıtlığın mucizesidir. İki damla su bir araya gelince 'vahdet' meydana gelir. Her sanatçı, bir 'kâse-i fağfur'dur; içine esritici damlalar biriktiren, bir ince ve incelikli kâsedir.


Biriktirdiğini/kendini, içmeleri için insanlara sunar. Her sanatçı, oluşturduğu her sanat eseri için kasesine farklı bir tat doldurmak durumundadır. Her kaseden birkaç yudum içildiğinde ruhun değişik bir hale geldiği, tatlı bir esriklikle başka dünyalara yol aldığını görülmelidir.



İnsan her zaman ayırdında olmasa da hep 'güzel'in peşinde koşar. Her sanat eseri GÜZELdir. Güzelliği oranında büyüklüğü tartışılır. Siz hiç ÇİRKİN sanat eseri gördünüz mü?



Öyleyse GÜZEL ne demek? Bir sanat eserinin ya da bir şiirin güzel olmasının sırrı ne?



Bu soruyu yanıtlamadan önce YARATI üzerinde düşünmek istiyorum. YARATI nedir? Var olmayan bir şeyi var etmek mi? Gerçekten de bir şeyin ilk yaratıcısı var mı yani gökten zembil ile düşüveren, 'ol' dediğinizde oluveren bir yaratı var mı? Gök kubbenin altında yeni bir söz, yeni bir fikir var mı?



Yoktan var etmenin/yaratının en uç noktası TANRI kavramına dayanır ki; tüm İNANÇ sistemlerine göre, ulu yaratıcı TANRI, tüm yaratılmış olanı kendi görüntüsünden yaratmıştır; olmayan bir şeyden değil. Yaratılmış her şey Tanrının bir görüntüsüdür. O zaman şöyle düşünebilir miyiz: Tanrının yarattıkları da tamamen yoktan var edilen bir şey değildir. Alexandre Dumas bunu şu sözlerle dile getirmiş:



"Tanrının kendisi de insanı yarattığında onu icat edemedi veya buna teşebbüs dahi etmedi, onu kendi görüntüsünden yarattı."



Şimdi yeniden konuya dönüyorum. Olmayan bir şey yoktur. Her yeni şey; bir eskinin tekrarı ya da form değiştirmiş halidir. Söylenen her söz, daha önceki sözlerin tekrarıdır ki bunu binlerce kez örnekleyebiliriz.



Keats isimli eski bir şair, -Bir Yunanlı Ölüsüne Manzume- isimli şiirinde der ki;

"Ey sessiz şekil!

Senin bilinmezliğin fikri yoruyor,

Sonsuzluk gibi..."



Evet… bilinmezlik fikri yoruyor, peki ya güzellik?



Keats 'sır' karşısında yorulan, acı çeken biri. Ancak, onu yormayan ve mutlu eden bir başka şey var. Diyor ki;



"Ümitsizliklere rağmen soylu kudretlerin yokluğuna, karanlık günlere önümüze dikilen sarp ve çetin yollara rağmen, evet her şeye rağmen güzelliğin çehresi karanlık ruhlarımızı boğan kefeni yırtar."



Şair bunu söylerken güzelliğin bir fantezi olmadığını ve realitenin sonsuz fenomenine sahip olduğunu, güçlü olduğunu ve realitenin güzellikte meydana geldiğini demek istiyor.



Evet… güzellik, gerçektir. Çirkinlik ve kötülük bir sis bulutuna benzer, rüzgâr esmeye görsün, dağılır ve gerçek/güzellik görünür. Sanatçı rüzgârdır. Her sanat eseri, güzelliğin/ gerçeğin resmidir/ görüntüsüdür.



Gelelim konunun başına… güzel/gerçek/sanat eserindeki sır nedir?



Bunu; bu gerçeği kavramış bir sanatçıyı örnek vererek, bir gerçek olayla ilintileyerek açıklamak istiyorum.



*Ünlü Fransız heykel yontucusu Rodin, Honore de Balzac'ın heykelini yeni tamamlamıştı. Balzac'ın üzerinde yenleri geniş bir giysi vardı. Elleri önünde kavuşmuş durumdaydı.



Rodin, yorgunluktan bitkin fakat yengili haliyle birkaç adım geri çekildi, yapıtını hoşnutlukla gözden geçirdi. Karşısında duran bir başyapıttı! Her sanatçı gibi o da mutluluğunu birileriyle paylaşmak gereksinmesi içindeydi. Sabahın dördü olmasına karşın, heyecanla koşup öğrencilerinden birini uyandırdı.



Büyük sanatçı, gittikçe artan heyecanıyla önden koşarak, genç adamın heykeli görür görmez göstereceği tepkiyi kaçırmama çabası içindeydi. Öğrencinin gözleri heykeli şöyle bir süzdükten sonra, bakışları yavaş yavaş eller üzerinde odaklandı. Öğrenci bir süre sonra kendini tutamayarak, "olağanüstü!" diye haykırdı. "Ne eller! Üstadım, böylesine şaşılası elleri yaşamımda ilk kez görüyorum!"



Rodin'in yüzü karardı. Bir an sonra atölyeden fırladı ve çok geçmeden beraberinde başka bir öğrenci ile çıkageldi. Bu öğrencinin tepkisi de ötekinin tepkisinden farklı değildi. Rodin, delikanlının tepkisini merakla izlerken onun bakışları da heykelin elleri üzerine kaydı ve orada takılıp kaldı. Nihayet öğrenci saygı ile "Üstad," dedi, "ellerin böylesini ancak Tanrı yaratabilir. Yaşıyor bu eller!"



Bu ikinci öğrenciden başka bir izlenim işitmek isteyen Rodin, isteğine erişemeyince daha da büyük bir öfke ile atölyeden fırlar ve az sonra gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde üçüncü bir öğrenci ile döner gelir. O da ötekiler gibi aynı hayranlık ve saygı tonuyla, "Eller! Eller!" diye haykırır. "Üstadım, şimdiye dek hiçbir şey yapmamış olsaydınız bile, bu eller sizi ölümsüz kılmaya yeterdi!" diye de ilave eder.



Bu sözler üzerine Rodin'in içinde bir fırtına kopar, korkunç bir çığlıkla koşarak atölyenin köşesindeki baltayı kaptığı gibi heykele saldırır. Dehşet içinde kalan öğrenciler heykeli parçalamasına engel olmak için üstadın üzerine atılırlarsa da o, öfkeden deliye dönmüş bir insanın insanüstü gücüyle her birini bir yana savurur. Sonra, koşar heykelin yanına, bir vuruşta o olağanüstü elleri paramparça eder. Sonra şaşkınlıktan taş kesilmiş öğrencilerine dönerek belermiş gözleriyle haykırır:



"Aptallar! Ben bu elleri, kendi başlarına yaşamaya kalktıkları için parçaladım. Bu hayalleriyle bütünün yapısına uygun düşmüyorlardı. Şunu hiç aklınızdan çıkarmayın: hiçbir parça bütünden daha önemli değildir!"



Paris'te bulunan Balzac heykelinin niçin elsiz olduğu, işte bu olguda yatmaktadır.



Bu gerçek olay da bize işaret ediyor ki; bir sanat eserinin/GÜZELin oluşması, eseri oluşturan tüm objelerin sonsuz bir uyum içinde yer olmasına bağlıdır (eski sözcükle 'âhenk'). Bir bütün içindeki hiçbir parça bağımsız değildir ve tek başına var olamaz. Hiçbir söz ya da sanat eseri de tek başına var değildir, sonsuz bir bütünün içinde, âhenkle vardır...





Filiz Bedük/2000


Dipnot:

*Öykü kaynakçası: Lagos Egri - Piyes Yazma Sanatı