— Bugünkü realist şiir cereyanı, acaba saf şiir nazariyesiyle tatbikatının bir reaksiyonu mudur?


— Bugünün bütün san'atlarında olduğu gibi şiirde de bir anlaşmazlık vardır. İnsan ruhunun her tarafiyle devam etmesi lâzım gelen kıymetlerle — ki itikadımca güzel bunların başında gelir — hayatın iddia ettiği bazı haklar arasında devam edegelen bir mücadeleyi yaşıyoruz. Şiir, herkesin malı olan dille yapılır bir san'at olduğu için bu mücadele onda daha geniş oluyor. Hattâ bütün savletler bu iç kaleye yöneltiliyor. Fakat buhranın sebebi tek değildir. Kütleye hitap etmek, kütlenin hayatını onun diliyle anlatmak iddiaları da vardır. Onun için bir nevi realist dil, eski ifade modalarına aksülâmel olan bir sertlik hattâ kültüre karşı istihfaf da işin içine girmiştir. Hakikaten halk bunu istiyor mu? Ne gezer! Kütle kendi anladığı mânada daima idealisttir. San’atta çok defa hayatından kaçar. Fransada Delly’nin romanları halkçı iddiasını taşıyan bütün eserleri bastırdı. Bazı memleketlerde ise, halk edebiyatı canlı bir an’ane olarak devam ediyor. Meselâ bizde âşık Veysel kıratında bir şair, aç, tok her ne ise, aramızda yaşıyor. Onun şiirlerini okuyun. Hayatı nasıl ideâlize ettiği görülür. Bu saydığımız sebeplere asrımızın vasıfları olan büyük fikir ecreyanlarını, felsefî görüşlerini, nihayet devrimizi o kadar büyük yapan hadiseleri ve değişiklikleri de ilâve edebiliriz. Bergson’un zaman telâkkisinden, Freud’ün insan hayatına getirdiği hususî aydınlıklardan sonra, şiir ve roman elbette eski şeklinde devam edemez, hattâ aynı dili kullanamazdı. Elbette atomdan silâh yapıldığı bir devirde aşkın okundan bahsedilemezdi. Bu hayal, ancak 1910’a kadar devam edebilirdi. Doğrusunu isterseniz o zaman da ölü idi. Biz, fikirde ve hayatımızda bir mutatıon devri yaşıyoruz. İnsanlık gömlek değiştiriyor. Elbette san’at değişecektir. Görülüyor ki, bu değişikliğin müsbet, menfi veya ferdi bir yığın sebebi vardır. Tepkiler de böyledir. Hakikaten san’atın inkişafını temin edenler vardır; ona zararlı olanlar vardır. Bence bugünün asıl büyük hususiliği, insan meselelerini yeniden ele alışıdır. Değerler üzerindeki bu yeni baştan durma, bu huzursuzluk, asıl moderni yapar. Yoksa birbirini takip eden ve nihayetinde insanı, kültürü ilgaya kadar giden inkârlar değil!

Devrimiz bütün değerler gibi şiir ve tekniğini de yeni baştan ele almıştır. Dilin iç insan’a olan alâka ve münasebetleri, şiirin hakikî mahiyeti, bu son onbeş senelik, dünya edebiyatının belli başlı, mevzuudur. Avrupa, kültürünü yani kendisini müdafaa etmesini biliyor; onun için bu buhran zannedildiği kadar ciddi değildir. Fakat ortaya atılan yenilik iddialarına da büsbütün sathî bir şey gibi bakmamalıyız. Çünkü — hattâ bizde bile ve hiç olmazsa — dil değişiyor, imajlar değişiyor, hattâ hava değişiyor. Yalnız bu değişiklik, bir hadde kadardır, çünkü şiir, hususi bir âlemdir, rüyadır, hayaldir, nefhadır, musikidir, içimizdeki darlık ve veya genişlik hissidir, şevk veya angoisse’tır. Ve her şeyden evvel, bunları bize veren mısra dediğimiz şey, o esrarlı mahsuldür; onun güzelliğidir. Bizde kendi âlemini kurabilmesidir. Esrarlı diyorum. Çünkü en karteziyen zekâ bile, şiir çalışmalarında çok hususî bir dikkatin, ve hattâ hususî bir melekenin bizde peydahlandığını, bize yardıma geldiğini, âdetâ bu çalışma esnasında ikileştiğimizi kabule mecbur olur.

Şiirin tekniği dediğimiz şey, — bu teknik kelimesinin yerine isterseniz, nizam diyerek, kelimenin getireceği vuzuhsuzluktan kurtulalım — iç insana bu kuvveti temin eder. Şiirin nesirden çok ayrı bir sahası vardır. Buraya hayat, bilinmeyen realitenin üstünde bir hüviyete bürünerek girer. Baudelaire buna surnaturel diyordu. Yeniler surreel diyorlar. Böyle bir ayrılışa ihtiyaç vardır. Çünkü hayatın en tabiî vasıtası olan kelimeyi değiştirerek işe başlar. Bu san’at, her şeyden evvel bir ikame (substitution) san’atıdır. Malzemesinde bu kadar değiştirici bir sanattan realite ile tam bir uygunluk istemek kabil değildir.


— Şiirde yeni bir araştırma ve deneme devri gelmiş midir?


Şiir kendisine yeni bir araştırma yapacak mı? Elbette yapıyor. Lügatini değiştiriyor. Dilde yeni terkipler arıyor. Ve bu araştırma insandan insana değişiyor.


— Aruz için bugün ne düşünüyorsunuz? Nasıl oluyor da Yahya Kemalin aruz şiirleri hâlâ bu kadar beğenildiği halde artık aruzla yazan çıkmıyor?


Yahya Kemal'in halkımız ve münevverimiz tarafından o kadar sevilmesinin sebebi, san’atta ve düşüncesinde halis olmasıdır. O gidilecek yolu, yapılacak şeyi en genç yaşında bulmuş ve bir daha bırakmamıştır. Bütün edebiyatımızda üstünde münakaşa edilemeyecek tek insan odur. Aruz kullanmasına gelince, sadece bütün bir devrin modasına karşı gelen bu ısrarı bile büyük bir kuvvettir. Aruz onun elinde milli bir vezin olmuştur.

Bu vesile ile söyliyeyim ki şiirimizin belli başlı meselesi bu vezin meselesidir. Türk vezni ne olacaktır? Gençlerimiz vezinle alâkalarını kesmiş gibidir ve hiç olmaksa istidatlıları… Halbuki Avrupa şiiri vezni hiç bırakmadı. Sazsız bir millet olmaz. Bence şiirin kendi asli kıymetlerine dönmesi devri gelmiştir. Bizde de öyle olacaktır. Fakat daha evvel içinde bulunduğumuz kültür buhranından çıkmamız lâzımdır. Çünkü biz, bugün san’ata — halvete girer gibi — çırçıplak giriyoruz. Sade kültürsüz değil, kültüre dargınız. Harcıâlem fikirlerin sanat için kâfi geldiğini sanıyoruz. İnsan, san’atta ne ile gelirse onu bulur.


— Romanın bugün edebî nevilerimiz içinde en zayıfı oluşu nedendir?


Kendimizi o kadar az okuyoruz ki böyle bir hükmü vermeye hakkımız olup olmadığını sorabiliriz. Tenkidin olmaması edebiyatımızın en büyük mahrumiyetidir. Doğru; hikâye ye romanımız henüz zayıftır. Bir kere az romancımız var. Sonra Türk romancısı kendisini okutmak için etrafa çok tavizat veriyor. Üslûptan, orijinalden sakınmaya mecbur kalıyor. Garp dilleri bilen münevverler yetiştirdik, fakat camia olarak bir kültür seviyesi yapamadık. Ya sadece garpte kalıyoruz, yahut iptidaî bir zevkin adamı oluyoruz. Gazeteden başka neşir vasıtamız yok. Altı, yedi sene evvel sıkışık günlerde askerdeki gençlere kitap gönderildiği için roman fazla satılıyordu. Bugün durdu. Kütüphane ve kitap zevki daha teşekkül etmedi.

Üçüncü olarak hayatımıza ciddiyetle bağlı değiliz. Onu bütün hastalıklarıyla benimsemiyoruz Birtakım muvazaalarla yaşıyoruz. Nihayet hürriyet terbiyesinden, onun insan içindeki kuvvetinden mahrumuz. Yanlış anlaşılmasın, hürriyeti kasdetmiyorum. O gelir, gider, tekrar gelir. Fakat terbiyesi öyle değildir. O insanın hakikî kuvvetidir. Hayata gözlerimizi o açar. İnsan ruhunun en büyük imkânı nesilden nesle gelen bu terbiyedir. San’atın alelâde bir hüner olmaktan çıkması, bir insiyak gibi ruha eklenmiş olması lâzım gelen bu terbiye sayesindedir. Bu yüzden hayat karşısında serbest değiliz. Kimbilir belki de bu işte egzersizimiz yok. Hülâsa henüz okuduklarımızın tortusu ile terkip yapmaya çalışıyoruz.


— Hürriyet ve insan fikirlerinin gelişmesinde edebiyatın rolü olmuş mudur?


Hürriyet fikri hak fikrine ve insan fikrine bağlıdır. Yani medeniyetlerin başlangıcında çok paradoksal şekillerde bile olsa, insana hayatta verilmiş olan yere bağlıdır. Bu çok defa bir imtiyaz şeklinde olur. Fakat, sonra mücadelelerle sahasını genişletir. Cemiyetle beraber değişiz, büyür. Elbette edebiyatın da bu işte büyük hissesi olmuştur. San’at hürriyete, hürriyet san’ata muhtaçtır. Dediğim gibi bütün mesele insana hayatta vereceğimiz yerdedir.


— Edebiyatın millî ve milletlerarası değerleri hakkında ne düşünüyorsunuz?


Bir edebiyat milli olduğu nisbette milletlerarası değere sahibolur. Millî, yani halis. Fakat bunun aksi de doğrudur. Ancak milletlerarası değeri olan bir edebiyat millî vasfına lâyık olabilir, diyebiliriz. Hülâsası insanı bulan her çalışma muvaffaktır.


— Edebiyatımızın milletlerarası bir değer kazanması için sizce ne lâzımdır?


— Muharrirlerimizin, şairlerimizin hayatla ve dünya ile daha çok geniş kaynaşması, sonra zaman, belki her şeyden evvel zaman… Unutmayalım ki edebiyatımız henüz seksen yıllıktır.


Konuşan: Yıldırım KESKİN


Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi, Tanpınar’ın Varlık Dergisi Yazıları,

Varlık Dergisi, Sayı 365, 1950.