" 'İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum.' Bu sesler bana ait değil. Bu gülüşler, bu insanlar, bu evler, bu çiçekler, bu kitaplar, bu rüyalar bana ait değil. Hatta yaşadığım bu aşk da bana ait değil. Bana ait olan tek şey bedenim sanki o beden de bana ait değil.

Hiç olur mu öyle şey diyorum, insan doğduğu yere bu kadar uzak olur mu? Ait olmaz mı bulunduğu yere hiç?

Olmazmış.

Hiç.

İnsan eksik hissettiği şeylere bilmeden sıkıca sarılır, bulunmadığı yere hasret duyar, belki,

belkiler bu satırlara oldukça ağır geldi. Sustum.

İnsan bir yere ait olamayınca içini derin bir kuşku kaplar, nereye gitsem burası benim evim mi yoksa bin kat uzak el mi diye kara kara düşünür.

Şu soru belirdi o hâlde, ait olmadığı yerler sahip olmak istedikleri midir?

İçimi yiyip bitiren bir kuşku daha belirdi, önceden tanıyorum bu kuşkuyu, sık sık ziyaret eder beni. Şöyle dile geldi, demek bana ait olmayan şeyleri sevdim sırf bu yüzden. Çabalarım, gözyaşlarım, inatla savunuşlarım sırf bu yüzden. Uğruma gram çabalanmadan benim kuşlar kitaplar şiirler ithaf etmem sırf bu yüzden.

Yangınlarım, yanılgılarım, kâbuslarım tokat gibi çarptı yüzüme sırf bu yüzden.

Neyse. Düşünme bunu.

En iyisi susmak, sustur kendini.

Bazı günler hislerim tükenmiş gibi olurdu. Gülemez ya da ağlayamazdım. Sevemez ve de güvenemezdim. Sanki kendi ellerimle kendimi bir zindana koyar aç susuz bırakırdım. Öyle acımasız gaddar olurdum. İşte böyle günlerde Tanrı'ya sarılır bir nebze şifa bulurdum. Bu şifa bana aitlik hissi verirdi ilk kez. İlk kez ben bir yere ait olurdum, içimi bir sevinç kaplardı tabii. Ait olmak bana çocuk sevinci, taze ekmek kokusu, bir şairin ilk şiiri bitince hissettiği umudu, genç bir kızın ilk kez aşık olduğundaki şaşkın mutluluğunu verirdi. Böyle güçlü hissederdim işte kendimi."

Okurken boğazı kurumuştu, defteri masanın üzerine bıraktı, kendisine ait olmayan bir defteri açmış ve hiç hakkı olmamasına rağmen o kişinin özelini, epey özelini okumuştu. Oysa sadece yan odadaki bu kadına adres soracaktı. Masumdu, ta ki o üstü tozlanmış defterin kapağını açana dek. Bu kadını daha önce görmüş ama hiç konuşmamıştı, gerçi pansiyondaki kimseyi tanımıyordu. Gerçekten tanıdığım tek bir kişi bile yok diye geçirdi içinden, az önce okuduğu mektuptan pay biçerek.


''Ben bir yere ait miyim?'' diye sordu. Odada kimse yoktu, kendi sesini yine kendisi duydu. 45 yıllık yaşamında bu soruyu kendisine ilk kez sormanın utancını yaşadı. Benliğinde yaşadı bu utancı. Öyle bir benlik ki bu, sanki iç sesinin de iç sesi gibi, öyle sessiz ve usulca. Bu utancı öyle uzaktan hissetti ki varla yok arası. Bilirsiniz, bazen iç sesimizin bile iç sesi vardır. Kendimizden sakladığımız ve utandığımız şeyleri konuşur bize, usul usul ve uzaktan.


Kafasının içinden yüzlerce düşünce geçiyordu. Ellerini sakalına götürdü, düşünüyormuş gibi sakallarını ovdu. İçten içe kadını haksız çıkarmak istiyordu, birden tek başına olduğu bu odada, yine kendi sesini yalnızca kendisinin duyacağından emin konuşmaya başladı. " Yahu bu kadar karamsar olmaya ne gerek var? Yaşıyoruz işte, sağlığımız yerinde. Ait olmak bu kadar mühim mi sahiden, yani bu kadar düşünecek ne var sanki. En küçük şeyden mutlu olmak, şükretmek lazım." sözünü bitirince ayağa kalktı, deftere göz ucuyla bakıp kapıya yöneldi. Onun yaşadığı hayatı, sırf o daha önce bunu düşünemedi diye yargıladı, yaşadığı hayatı başkasının dilinden okumak belli ki ona ağır gelmişti. Kapıyı kapatıp çıktı. Hiç ailesi ve evi olmamış kısaca dünyada bir yere ait olamamış ama bu hissi de hiç araştırmamış bu kişi mırıldanır şekilde, " Bu pansiyonu da hiç beğenemedim, başka bir pansiyona geçeceğim." dedi.

Neyden kaçıyordu?

Kendinden mi?

Bu mümkün müydü?

Varacağımız yere, kendimizden de önce kaçtığımız şeyleri götürmüyor muyduk?


Adam hantal hantal yürüyerek çoktan koridorun sonuna varmıştı.