Her şey sürekli ölüp diriliyor, takılı kalan plaklar gibi hayatın içinde dönüp duruyoruz veya son anını yuvarlanarak geçiren böcekler gibi...

O olsaydı yüksek sesle kahkaha atar eski bir ingilizce şarkıyı mırıldanırdı. “Life is death” Sonra sesi ciddileşir, heyecanla hiç bilmediğim adamlardan bahsederdi; Descartes derdi bedeni olmadan da yaşamış. Locke bedensiz bir hiç olduğunu düşünüyormuş sonra derin bir nefes alıp düşünmeye başlardı o an kafasının içinde neler döndüğünü, hangi zamana yolculuk ettiğini bilmek için sorular sorar; onu kendi kurduğum oyunların içine çekmeye çalışırdım.

Ruh mu lanettir, beden mi? Hangisi önce var oldu, hangisi ilk öldü? O ise hiç okumadan onu oyunlarla bu kadar sıkıştırabilmeme şaşardı, kitap okumak bana işkence gibi gelirdi. Onun bana aldığı kitaplar ilk sayfaları okunmuş bir şekilde yepyeni dolabımda dururdu. Bütün bunlara rağmen onun içinde sürekli yanan bir alev vardı. İlk tanıştığımızda benden kimseye bahsetmeceksin diye söz verdirtmişti. O zamanlar bu hareketini çocukça karşılamıştım ama onunla her konuşmamda bütün dünyam alt üst oluyordu. O var olmak istemiyordu ona göre her şey kıymetsiz bir nesneydi. Bütün insanlığı değersiz bir vazo veya yanmayan bir lamba gibi görüyordu. Saçındaki peruk, gözlerinin altındaki siyahlıklar, bazen şişen bacağı merak duygumu kemirgenler gibi parçalıyordu. Sorduğumda zamanlarda ise kaçamak cevaplar veriyordu. Bazen oynadığım oyunları fark ediyor, usta bir satranç oyuncusu gibi hamlesini beklenmedik bir anda ortaya koyuyordu. Son zamanlarda

-yani o hayata gözlerini yummadan- ellerinde sürekli boya izleri oluyordu. Resim mi çiziyorsun dediğimde seni çiziyorum derdi. Dünyaya karşı ikimiz ama sen tuvalin içindesin, yani ölümsüzsün. Ona Shakespeare'nın tiyatrolarından fırlamış gibi “Ölün diye bir şey yoktur.” derdim. O da oyunumu devam ettirir ve sen ölüm görmedin, bilmezsin diye karşı çıkardı. Aslında yutkunarak kendi kendine mırıldanırdı. Annen mi, baban mı derdim. Gözlerinden yaşlar süzülürdü, o zaman susardım. O gün hiç konuşmadan otururduk. Bazı kelimelerin tesiri ölümden daha hüzünlüdür, kelimeler lanettir, insanı öldüren şey kelimelerdir. Ne olurdu kelimeler olmasaydı! Mesela “Ona çiçek yerine akciğerlerimi vermek istiyorum.” demek yerine çıkarıp verebilseydim. O kanserdi ve akciğerleri her gün iflas ediyordu. O her nefes aldığında ölüyordu. Her nefeste ölüme bir adım yaklaşıyordu, ondaki bu cesaret savaşta galip gelen komutana benziyordu. Bir gün adının anlamını sormuştum. “Tanrının kadın yanı.”demişti. “O ne demek, tanrının cinsi olmaz.” demiştim ve bana okuduğu bir kitabın adı hakkındaki yorumundan söz etmişti. “Yunanca'da Tanrı'nın dişi yanına Sophia denir. ’Sophia’ ya da ‘Sofi’ bilgelik anlamına gelir yani ben tanrının kadın yönüyüm diye gülerdi. İnsanları ciddiye almadığı gibi hayatıda ciddiye almazdı. Her an vazgeçer gibi bakardı hayata ve bir gün vazgeçti.”