Dışarıda yoğun bir kar yağışı vardı. Okullar ve çoğu iş yerleri bir gün arayla tatil edilmişti fakat benim yönetici konumunda çalıştığım şirket bugün bizi işimizin başında görmek istediklerini iletmişti. Bunun sebebi ise şirket tarihinin en büyük müşterisini bünyemize katabilmek için bugün son şansımız olmasıydı. Elimde ayılmak için yaptığım sert kahvem ile dünden lastiklerine zincir taktığım arabama bindim. Dikiz aynasından nasıl göründüğüme baktım. Ütülenmiş beyaz gömleğim, taranmış düz saçlarım ve boynumda duran yaka kartımla yola çıkmaya hazırdım. Radyoyu açıp yarı buzlu yolda ilerlemeye başladım. Çalan şarkıya eşlik ederek, kırmızı ışıkta durdum. Yağan karı incelemeye başlamıştım ki yol kenarında yürümekte zorlanan ve üşüdüğünü tahmin ettiğim yaşlı bir adam gördüm. Arabaların camına yaklaşıp, insanlarla konuşmaya çalışıyordu. Benim arabama gelmesine az kaldığını tahmin ettiğimde kapıları kilitledim. Biraz sonra ağır adımlarla camıma yaklaştı. Kirpiklerine birikmiş kar tanelerini elleriyle silerek, gözlerimin içine yalvarır gibi baktı. Para istediğini zannettiğim için kafamı hayır anlamında sağa sola salladım fakat elini yumruk yapıp cama hafifçe vurmaya başladı. ‘Ne istiyor bu adam?’ diye söylendim içimden. Yeşil ışığın yanmasına otuz saniye vardı. Eğer öğrenmek istiyorsam elimi çabuk tutmalıydım. Korkarak camı indirdim. Bu havada taksi bulamadığını ve arabaya binmek istediğini söyledi. Kendimi tehlikeye atacak her türlü davranıştan uzak dururdum. Fakat bugün bu kuralımı bozmama sebep olan, içimdeki acıma duygusu muydu yoksa iyilik yapma isteği mi bilmiyorum. Kapının kilidini açtım ve elimle gel işareti yaptım. Koltuğa oturduğunda, montunun üzerindeki kar ve toz parçaları henüz içini yeni yıkattığım arabama akmıştı. ‘Nereye gidiyorsunuz?’ diye sordum. Sarı bıyıklarının arkasından gülerek, ‘Siz nerede durursanız ben orada iner ve yoluma devam ederim.’ dedi. Uzun bir süre konuşmadan sadece radyoyu dinledik. Tekrar kırmızı ışığa yakalandığımda, çaktırmadan yaşlı adamı süzmeye başladım. Altına giydiği siyah kumaş pantolonunun paçaları yırtılmıştı. Montunun altına giydiği yünlü kazağı, zayıf vücuduna göre çok büyüktü. Dalgalı saçlarının görüntüsü ve yüzündeki ton eşitsizliği ile bana yol kenarında kıvrılıp uyuyan sokak köpeklerini anımsatmıştı. Bunlara rağmen arabama bindiğinde çok güzel bir koku yayılmıştı etrafa. Sanki, uzunca beklenen bir baharda açmış akşam sefası çiçeği gibiydi. Kafasını yavaşça bana döndürdüğünde göz göze geldik. ‘Beyaz yakalı mısın?’ diye sordu alaycı bir ses tonuyla. ‘Sizin aksinize, evet’ dedim tebessüm ederek ve hemen irkildim. Bu yaşlı adamı kırmak istemiyordum. ‘Yani, bana bunu sorduğunuza göre siz değilsinizdir herhalde.’ diyerek toparlamaya çalıştım. Yüksek sesle gülmeye başladı ve gülen ses tonuyla ‘Peçete var mı?’ diye sordu. ‘Torpido gözünde’ dedim. Torpido gözünü açtığında, üst üste koyduğum ve henüz ödemediğim faturalarımı gördü. Elleriyle toparlayıp arkaya doğru ittirdi. Buruşmuş peçetelerden iki tane aldı. Birini cebine diğerini dizinin üzerine koydu. İç cebinden tükenmez bir kalem çıkardı ve şekiller çizmeye başladı. Yola baktığım için ne olduğunu göremiyordum. Biraz sonra telefonumun alarmı çaldı. Hızlı bir biçimde elime alıp kapattım. Gitmek istediğim bir serginin açılışı vardı fakat yoğun kar yağışı nedeniyle ertelenmişti. Günler önce hatırlamak için altına not düşerek bu alarmı kurmuştum. Hüzünlenerek iç çektim ve yola devam ettim. ‘Neredeyse geldik.’ dedim yoldan gözlerimi ayırmadan. ‘Eviniz ne tarafta kalıyor?’ diye sordum merakıma yenik düşerek. ‘Bugün, nerede olmasını istersem orada.’ dedi. Hayatımda ilk defa evi olmayan bir insanla yan yana olmanın şaşkınlığını üzerimden atamadan, konuşmaya başladım. ‘Sorumu lütfen saygısızlık olarak algılamayın ama evsiz misiniz?’ dedim ve cevabımı beklemeye başladım. Kafasını peçeteden hiç kaldırmadan ‘Ne fark eder ki?’ dedi. Şirketin olduğu sokağa döndüm ve uzun bir süre park yeri aradım. Nihayet arabayı park ettiğimde, ‘Geldik.’ dedim. ‘Görüyorum.’ dedi hiç duraksamadan. Arka koltuğa doğru eğilip kalın montumu elime aldım. Üzerime giyerken, peçeteyi ters bir biçimde kucağıma bıraktı ve teşekkür edip arabadan indi. Merakla peçeteyi ters çevirdim. Gördüğüm manzara karşısında dondum kaldım. Benim yüzümü çizmişti ve her ayrıntısına kadar bendim. Hızla arabadan inip, ne tarafta olduğuna bakmaya çalıştım fakat yoğun kar yağışından dolayı uzağı net göremiyordum. Peçetenin üzerine düşen kar tanelerini ellerimle iterek, tekrar kendimi incelemeye başladığımda altında gördüğüm bir imza vardı. Taktığım yaka kartına benzer bir dikdörtgenin içine atılmış olan bu imza, gitmek istediğim serginin ressamına aitti. Çığlık atmamak için şaşkınlıktan açılmış ağzımı, elimle bastırarak kapattım. Kendimi, gözlerimden düşen yaş taneleriyle rahatlatmaya çalışırken, arabamdan gelen ‘tık tık’ sesi ile yerimden sıçradım. Yaşlı adamın dönmüş olduğunu düşündüğüm için heyecanlı bir biçimde kafamı çevirdim ancak gördüğüm kişi iş arkadaşımdı. ‘Gelmiyor musun ?’ diye sordu. Gözlerimi kaçırarak, düşünmeye başladım. Çalışmaya başladığım ilk andan bu yana değil sunumu kaçırmak, bir gün bile işe gitmediğim olmamıştı. İşim, imajım ve dışarıya sergilediğim duruşum benim bu hayatta amaçlarım doğrultusunda ilerlerken kullandığım, altın değerindeki prensiplerimdi. Şimdi ise kafamdaki tek bir sorunun cevabını bulmak için bütün bu normlarımı yıkıp geçecektim. Karşımda gözlerini belertmiş bir biçimde bana bakan iş arkadaşıma doğru ‘Görüşürüz.’ dedim ve hızla arabaya binip serginin olacağı binaya doğru sürmeye başladım. Son sürat hedefime doğru ilerlerken, pembe renkli çelik termosumda bulunan kahveyi, camı açıp yola döktüm. Üzerimdeki yaka kartını çıkartıp yan koltuğa fırlattım. Sergi binasının önüne geldiğimde arabayı park edip derin bir nefes alarak arabadan indim. Elimdeki peçete ile birlikte geniş, uzun ve demir kulplu siyah kapıyı açık olması umuduyla olan gücümle ittirdim. Kapı, büyük bir gıcırtıyla açıldıktan sonra içeri girdim. Duvarları bembeyaz ve yeni boyalı bu sergi alanını ilk defa bomboş görüyor ve yine ilk defa üzerimde elbise ve altımda topuklu ayakkabı olmadan yalnız bir biçimde bu alanın içinde duruyordum. Ürkek adımlarla içeride gezinmeye başladım. Üst kata doğru sıralanmış beyaz demirli merdivenlerden tutunarak, yavaş adımlarla yukarı çıktım. Duvar diplerinde duran yüzlerce akşam sefası çiçeğini gördüğümde, cevabımı da almıştım. O burada yaşıyor olmalıydı çünkü bütün bu alan o güzel koku ile sarmalanmıştı. Tıpkı hala arabamda duran koku gibi. Saatlerce üst katta oturarak yaşlı adamın buraya yani evine gelmesini bekledim. Onu ilk gördüğümde ne söylemem gerekiyordu? Kafamda kurdum durdum. Nihayet, akşamın geç saatlerine doğru merdivenlerden yukarı doğru gelen ayak seslerini işittim. Hemen ayağa kalkıp üstümü başımı temizledim. Elimdeki peçeteyi sallayarak, ‘Bir küçük peçete, bir tükenmez kalem ve dar bir zamanla benim bütün yargılarımı kırdınız. Akşama doğru açan akşam sefaları gibi, evinize hoş geldiniz.’ dedim mimiksiz yüzüm ve tok sesimle. Şaşkınlıktan patlayacak olan gözleri, içtenlikle parlamaya başladı. Yüzünde oluşan hafif tebessümle, neden burada olduğumu bile sormadan, ‘Gel bakalım.’ dedi. Binanın arka tarafında bulunan küçük depodan içeri girdiğimizde, ezberlediğim eserlerinin sahici halini gördüm. Süslü iltifatlar ve insanlardan uzak, hiç konuşmadan bütün eserlerini tek tek gösterdi. Ağlamaktan akan burnumu fark ettiğinde, benim arabamdan almış olduğu peçeteyi bana doğru uzattı ve ardından konuşmaya başladı,

‘Gösteriş ve safsata aynı doğrultuda ilerler.

Zekasını kullanan, kaçar bütün bu oyunlardan.’ dedi ve ekledi. ‘Ağla ki en nihayetinde insan olduğunu hatırla.’ Cebinden kurumuş kısa saplı akşam sefası yaprağını çıkartıp pantolonumun cebine koydu ve çıkış kapısına doğru yürümeye başladı. Arkasından onu takip ederek dışarı çıktım. Hava iyiden iyiye arttırmıştı soğuğunu. Arabama doğru ilerlerken benimle vedalaşmadan sergi alanına doğru ilerledi. Ben arabama bindim o ise kapıyı kapatıp içeri girdi. Ertesi gün olana kadar, hiç uyumadan arabanın içinde çenem direksiyonda düşünüp durdum. Sergisine gitmenin çok büyük bir ayrıcalık olduğunu söyleyip durduğumuz ressamın, böyle bir adam olacağını ve bana hayatımın dersini vereceğini nereden bilebilirdim ki? Sabahın ilk ışıkları, camdan yüzüme yansımaya başladığında arabayı çalıştırıp şirkete doğru sürdüm. Şirketin önüne geldiğimde, kafamı göklere kadar uzanan binaya doğru kaldırdım. Uzun bir süre o şekilde kaldıktan sonra yukarı dahi çıkmadan, patronumu arayıp işimden istifa ettim. Çantamdan tükenmez kalem, torpido gözünden de buruşmuş bir peçete çıkararak bu yaşadığım hisleri hiç unutmamak adına, şu satırları yazdım:

‘İnsanın bütün çabası, insan olmayı öğrenmek olmalıdır.’

Peçeteyi ve cebimde duran yaprağı arabanın güneşlik aynasına sıkıştırdım ve evimin yolunu tuttum.