Akşam alacakaranlığı şehri sarmalamaya başladığı sıralarda, ben caminin minaresinden yükselen sesi dinliyordum...
20 yaşına gireli henüz birkaç gün oldu, bu yeni şehirde her şeyi kafamda canlandırıyor ve parçaları birleştirerek kendimin 20 yıldır ne olduğunu çözmeye çalışıyorum...
Ezanın sesi yankılandıkça şehir bu törenin yankısı altında kalıyor. Bu kutsal törenin içindeki ruhani duygular şehrin üzerine ince bir sis gibi yayılırdı.
Bu sesi duyar duymaz gözlerimi kapatır vücudumun en derinliklerine odaklanırım bu sesi hissetmeye çalışırım.
Hafif mavi şeffaf bir balık gibi akşama gömülen şehir sokaklarında usulca geçer, her şey ona aitmiş gibi her yere yayılır ve kendi rengini verirdi.
Kaldırımların yuvarlak taşları, evlerin taş duvarları bu sesin oluşturduğu ince sisin altında farklı bir renge bürünürdü.
Bu ses şehirde yankılanırken yaşlı kadınlar kadim belleklerine doğru başlarını kaldırırlardı, gözlerinde bir anlam birikmeye başlardı. O an her şey dururdu.
Hareket eden tek şey akşam rüzgarı ile sallanan ağaç dalları ve hiç dinmeyen öfkesini kıyıya kusan Karadeniz'in dalgaları olurdu. Bu öfkesi ve sert dalgaları içinde barındırdığı güzelliklerin habercisi diye düşünürüm hep.
Yaşlı kadınların o anlarda neler düşündüğünü bilemiyorum. Yorgun gözlerini minareden yükselen sese çevirirlerdi.
Ellerini birbirine bağlayıp sessizliklerine gömülürlerdi.
Bir süreye kadar bir şeyleri bekliyor sonra bir şeyleri hallediyorlar gibi geliyor o sessizlikte...
Yüz kasları gevşer, gözleri dolardı.
Nihayet akşamın alacakaranlığı minarenin son yankılarını tamamen emdiğinde önce durdukları yerde hareket ederlerdi, sanki üstlerine düşen sisi sirkeliyorlardı ve ayağa kalkarlardı sanki akıllarına bir şey gelivermiş gibi...
Sessizliklerini kadim belleklerine gömerlerdi.
O kısa süren büyü çözülür, her şey eski haline geri dönerdi.
...
Bütün bunlar bir akşam hayaliydi.
Gözlerimi açtığımda sis kaybolmuş olurdu.
Ses her zamanki sesti,
Şehir her zamanki şehirdi.